Vahdet; Neden ve Nasıl?
Hamd âlemlerin Rabbine.. Salât ve selam Resul-i Kibriya, Muhammed-i Mustafa’nın ve onun mutahhar Ehlibeyt’inin ve seçkin ashap ve yareninin üzerine olsun.
Selam olsun onların nurlu çizgisini layıkıyla takip eden bütün mu’minlerin ve Allah için, Resulü için, ümmetimizin maslahat ve menfaatleri için bir araya gelen, saflarını birleştirip hak ve hakikati, mazlumları ve İlahi değerleri savunma gayreti içerisinde olan bütün Müslüman kardeşlerimizin üzerine olsun..
İçinde bulunduğumuz kutlu doğum ve vahdet haftasından dolayı tebriklerimi arz eder, bu mübarek haftanın hayırlara vesile olmasını Yüce Mevlamız’dan temenni ederim.
Evet, mübarek vahdet haftasını bir kez daha idrak etmiş bulunuyoruz. Hepimiz ümmetin vahdet ve birliğinin ne denli hayati ve önemli bir konu olduğunu, Allah-u Teala’nın kesin bir emri olduğunu elbette biliyor ve teslim ediyoruz. Özellikle günümüz şartlarında bunun ne denli zaruri ve elzem bir hale geldiğini bilmiyor değiliz. Fakat nedense bu konu gündeme geldiğinde birçokları hemen bir takım “ama”larla ye’s ayetleri okumaya ve gerekli olmakla birlikte bunun adeta imkânsız olduğunu ve bu yönde gösterilen uğraşların abesle iştigal olduğunu fısıldamaya başlarlar. Bu tür kimselerin vahdetten anladığı şey, farklı mezheplere ve fırkalara mensup insanların kendilerine ait düşünce, inanç ve eğilimlerini bir yana bırakıp yepyeni bir düşünce sisteminde bir araya gelme, ya da çeşitli mezheplerin tek bir mezhepte birleşmesidir. Bu da mümkün gözükmediğine göre, vahdet denilen şeyin hoş ama boş bir hayal olduğunu lanse etmeye çalışırlar!!
Eğer vahdet konusuna sadece böyle bir yorum getirilirse, böyle bir sonuca ulaşmak elbette kaçınılmaz olur. Ama vahdetin zaruretini her şeyden önce akıl ve vicdanlarında hisseden kimseler, her şeye ve bütün olumsuzluk ve zorluklara rağmen mutlaka bunun mümkün bir yolunun olduğunu bilirler. Bu ise mevcut şartları ve sıkıntıları dikkate alarak “vahdet” konusuna daha farklı ve mantıklı bir yorum getirmekten geçer.
Özetle söylemek gerekirse, bugün için ümmet arasında vahdet, mevcut mezheplerin ortadan kaldırılması, ya da her kesin kendi düşünce ve inançlarından vazgeçmesiyle değil, farklılıklarımızı tekfir, kavga ve düşmanlık vesilesi yapma, kendi düşüncelerimizi zorla başkalarına dayatma, kabul etmediklerinde de türlü ithamlara, dışlamalara maruz bırakma alışkanlığımızdan vazgeçme ve ümmetin genel maslahat ve menfaatlerini ön palana çıkarıp müştereklerimizde teşriki mesai etme, farklılıklarımızda ise birbirimizi mazur görebilme cesaret, samimiyetinden geçer.
Bu özet açıklamadan sonra, yine “bu da ancak hayalden öteye geçmez ve pratiğe geçirilmesi mümkün değildir” ithamına maruz kalmamak için, aşağıda bu vahdet anlayışımızın imkânsız bir düşünce olmadığını ve hayata geçirilebilmesinin mümkün olduğunu ispatlamak için bazı tavsiye, öneri ve tedbirleri sıralamaya çalışıp takdiri siz değeri okuyucularımıza bırakacağım.
1- Yüce Rabbimiz Aziz kitabında yakınlığı ve samimiyeti beyan eden en güzel ve en mükemmel ifadeyle bizleri birbirimize kardeş olarak ilan etmiştir. Resulullah (s.a.a) ise “El-mu’minune kel-cesedi’il-vahid” beyanıyla mu’minleri bir bedenin farklı organlarına benzetmiş ve “Bir organı rahatsız eden şey, diğer bütün organları da rahatsız eder” buyurmuştur.
2- Gerçi bizler bu büyük ümmetin çeşitli parçaları, grupları, cemaatleri ve mezhepleri olarak bir takım farklı yanlarımız olsa da, şunu unutmamalıyız ki aramızdaki müşterekler ve ortak yönlerimiz, farklıklarımıza oranla kat kat daha fazladır. Emin olun eğer Müslümanlar bu müştereklere en azından farklılıklar kadar önem verselerdi, bugünkü sürtüşme, uzaklaşma ve soğuklukların büyük bir bölümü kendiliğinden ortadan kalkmış olurdu ve belki de onlarla uğraşırken diğeriyle uğraşmaya fırsat bile bulamazdı!!
3- Kur’an Ehl-i Kitab’ı müştereklerde teşriki mesaiye çağırıyor ve şöyle buyuruyor:
“(Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın…” (Al-i İmran, 64)
Görüldüğü gibi, Allah-u Teala bu ayet-i kerimede Resulü’ne, Ehl-i Kitab’ı müşterek olan bir noktada (tevhid konusunda) birleşmeye ve teşrik-i mesai etmeye davet etmesini emrediyor. Hal bu iken bizim Müslümanlar olarak Ehl-i Kitap kadar aramızda teşrik-i measi edeceğimiz, işbirliği yapabileceğimiz müşterek noktalar yok mu? Hangi insaf ve izan sahibi bunu söyleyebilir?!
4- Ayrıca farklılıklarda bile bizlerin hiçbirimizin bir suçu söz konusu değildir. Bizim inisiyatifimizin dışında gelişen bir takım etkenlerin sonucunda istemeden ve hiçbir suçumuz olmadan böyle bir durumla karşı karşıya kalmışız. Her birimiz belli bir birikimi miras almışız. Akıl ve basiret sahibi bir kimse, böyle bir manzarayla karşılaştığında hiçbir suçu olmayan kimseleri suçlayacağına bu eksikliklerin nasıl giderileceğine, bu problemlerin nasıl çözülmesi gerektiğine dair kafa yormalı ya da en azından bunlarla nasıl baş edileceğine, nasıl tahammül edilip onlarla birlikte yaşanabileceğine dair fikirler, tedbirler üretmeye çalışmalıdır.
5- Her birimiz kendini diğerinin yerine koymalı ve “Ben onun bulunduğu ortamda ve ailede dünyaya gelip yetişseydim, yine de şimdiki düşüncelere ve sahip olduğum mirasa mı sahip olacaktım?” diye kendine sormalıdır. Enimim ki o zaman daha insaflı davranır ve karşı tarafa yaklaşımı daha farklı olur.
6- Doğruyu bulma çabası içinde olmamız gerektiği gerçeği ayrı bir konudur ve her kesin şahsını ilgilendiren bir görevdir. Ümmetin genel maslahat ve menfaatlerini dikkate alma ve hiç bir şahsi, ferdi, grupsal, mezhepsel çıkarları onun önüne çıkarmama şuuru, azmi ve samimiyeti ise ayrı bir konudur. Maalesef birçok zaman Müslümanlar arasındaki problemler bu ikisini birbirine karıştırmaktan kaynaklanmaktadır.
7- Aşırılık ve ifrat ehli kimseler maalesef her zaman ve her grupta olagelmiştir. Ve maalesef ümmetimize belki de düşmandan da daha çok darbe vuran bu ölçü tanımaz, maslahat bilmez aşırılar ve aşırılıklar olmuştur. Bizler hiçbir zaman hüküm, tavır ve kararlarımızı bunlara göre düzenleyemeyiz. Esasen hiçbir grup mümkün olduğu kadar bu tür kimselere prim vermemeli ve onları içinde barındırmamaya gayret etmelidir.
8- Kur’an-ı Kerim Müslümanlara “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanmayın…” emriyle onları vahdet ve birliğe çağırırken, ihtilaf ve farklığı olmayan, her şeyde aynı düşünen kimseleri mi bir araya çağırıyor dersiniz? Öyle olsaydı artık birlik ve vahdete çağırmanın bir anlamı kalmaz ve bu davet haşa abes olurdu! Zaten söz konusu ayetlerde, var olan kavga ve nizaları bırakmayı ve safları birleştirmeyi, aksi takdirde bunun acı ve telafisi imkânsız sonuçlarına maruz kalacaklarını beyan etmiyor mu? (Al-i İmran, 103)
9- Ümmetin büyük âlim ve imamları kıble ehlini Müslüman olarak tanımlamış ve kimseye onları tekfir etme hakkı tanımamışlardır. Kaynaklara bakanlar, bunun açık delillerini görebilecekleri için onları buraya aktarmaya gerek görmüyoruz.
10- Burada çeşitli mezheplerden fakih ve müctehidlerimizin ittifakla kabul edip Usulü’l-Fıkıh ilminde istinad ettikleri bir akli kaideyi, birbirimize bakış tarzımızı sağlam temellere oturtma ve mantıklı ve kabul edilir bir hale getirme amacıyla kısaca tahlil etmekte fayda görüyorum. Evet, âlimlerimiz bu kuralı şöyle açıklamışlardır:
“Al-kat’u müneccizun ve muezzir.” Yani bir şeye kesin ve kati olarak kanaat getirmek- yakin etmek, hem “müneccizdir” hem de “muazzir”dir. Yani bir taraftan o kat u yakin üzere hareket emekle yükümlü olduğumuz gibi, diğer taraftan faraza sonradan yanlış olduğu ortaya çıksa bile, mazur sayılır ve sorumlu tutulmayız. Bu noktadan hareketle bizim gibi düşünmeyen bir kimse, eğer sahip olduğu inanç ve düşüncelerde araştırmalarının neticesinde gerçekten kat u yakine ulaşmışsa, bizim kalkıp da sırf bizim gibi düşünmediği için onu suçlama veya bir takım sıfatları ona yakıştırma hakkımız yoktur. Elbette araştırması kurallara uygun gerçek bir araştırma özelliğini taşıyor mu, yoksa sadece kuru bir taklitten mi ibarettir, artık bunun sorumluluğu o şahsın kendisine aittir. Ama bize düşen ona hüsn-i zanla yaklaşmaktır. Ne kadar güzel bir vecize söylemiştir Mısırlı mütefekkir Üstad Hasanü’l-Benna: “Bizler ortak yanlarımızda birleşmeli ve teşrik-i mesai etmeliyiz, farklı yanlarımızda ise birbirimizi mazur görmeliyiz!”
11- Yukarıdaki noktanın tekmili için şu tahlili de aktarmadan geçemeyeceğim değerli kardeşlerim. Bu da yine her şeyden önce akli ve mantıkî bir tahlildir ve öyle zannediyorum ki insaf ve izan sahibi kimsenin reddedemeyeceği bir husustur; şöyle ki:
Hangi fırka veya mezhepten, hatta dinden olurlarsa olsunlar, insanları şöyle tasnif edebiliriz (ki her birisinin hükmü ve durumu farklıdır):
1- Hakkı bilmeyen ve bulma imkânı da olmayan kimseler (İslamî ve Kur’anî tabiriyle fikri müstaz’af)… Bu gibi insanlar, bildikleri ve öğrenebildikleri kadarıyla samimi bir şekilde amel ederlerse, kurtuluş ehlidirler inşallah.
2- Hakkı bilmeyen ve araştırıp bulduğunda da taassup, korku, ne derler kaygısı veya bir takım menfaatleri kaybetme kaygısı vb. bir takım saiklerle inat edip hakka teslim olmaya yanaşmayanlar… Bunların da hiçbir mazeretleri olmadığı için kurtuluşları yoktur.
3- Hakkı bilmediği ve araştırma imkânı olduğu halde inaden değil de ihmal ederek, olayı önemsemeyerek araştırmayan kimseler… Bu gibi insanların işi bir anlamda tabiri caizse şansa kalmıştır; şöyle ki benimsedikleri düşence ve ameller Allah’ın gerçek dinine mutabık olursa, Allah’ın rahmetine mazhar olurlar belki, ama eğer olmazsa, hiçbir mazeretleri olmayacaktır.
4- Hakkı bilmedikleri için bütün imkânlarını seferber ederek sırf Allah rızası ve hakkı bulma azmi ve niyetiyle ve her türlü saplantı, ön yargı ve taklidilikten uzak bir şekilde araştırma içine giren kimseler… Bunlar hakkında iki sonuç muhtemeldir:
a) Araştırmaları başarıyla sonuçlanan ve doğrulara olduğu gibi ulaşan kimseler… Ne mutlu böylelerinin haline; onlar kurtuluş ve saadet ehlinin ta kendileridir.
b) Bütün samimi çabalarına rağmen yarı yolda kalan ve doğrulara ulaşmadan ecele yakalanan kimseler… Bu gibi kimseler de kurtuluş ehlidirler inşallah. Bu konuda Ehlibeyt İmamlarının 10.su olan İmam Ali Nakî (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kim hakkı ararken, hakkın kemaline varmadan (hakkı tam olarak bulmadan) ölürse, o hayır üzere ölmüştür. Allah-u Teala’nın da Kur’an’da “…Her kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Nisa, 100) buyruğunun (bir anlamı da) budur. (Tuhefu’l-Ukul, s.472)
c) Bütün samimi çabalarına rağmen doğruya ulaşamayan ve yanlışın doğru olduğuna kanaat getiren, yakin eden kimse… Bu da en azından Allah katında mazurdur inşallah. Çünkü Allah, hiçbir kimseyi gücünü aşan bir vazifeyle mükellef kılmaz.
Yukarıda da arz ettiğim gibi bu konuda Müslüman’la gayri Müslüman’ın, Sünni ile Şia’nın vs. hiçbir farkı yoktur.
Dolayısıyla bir Hıristiyan veya Yahudi en doğruyu bulma ve kendisini ata baba taklidinden kurtarmak için araştırmakla görevli olduğu gibi, bir Sünni veya bir Şii de aynıdır. Ben böyle gördüm böyle götürdüm mantığı, Kur’an’ın da şiddetle yerdiği cahiliye müşriklerinin mantığıdır. Bakın Rabbimizin Yüce Kitabı bu konuda ne buyuruyor:
“…(Ey Muhammed) müjde ver benin o kullarıma ki sözü dinler ve en güzeline uyarlar. İşte onlardır, Allah’ın kendilerini hidayete eriştirdikleri ve onlardır halis-temiz akıl sahipleri.” (Zumer, 17-18)
Dikkat ederseniz “güzeli olanı” seçerler buyurmuyor, “en güzel olanı” seçerler buyuruyor. Yani görüşlerden bazısı güzel bazısı daha güzel olsa bile en güzel olanı tespit edip ona uymakla görevliyiz. Artık güzel olanla, güzel olmayan, doğru olanla, doğru olmayan arasında tercih yapmanın gerekliliğini söylemeğe bile gerek yoktur. Ayetin sonundaki “onlardır halis-temiz akıl sahipleri” tabirinden de anlaşılıyor ki akletmeyen ve araştırarak tercih yoluna gitmeyen kimselere akıllı bile denmez!
Şimdi yukarıdaki hususları dikkate alarak hepimiz kendi durumumuzu gözden geçirip söz konusu dört gruptan hangisinde yer aldığımıza bakmalı ve ona göre kendi görevimizi belirlemeliyiz.
Evet, bu bizim her birimizin şahsi görevidir. Dolayısıyla sevabı veya vebali de kendimizi ilgilendiriyor. Ama kimin hangi kategoride yer aldığını ve dolayısıyla hakkındaki hükmün ne olduğunu belirleyecek olan biz değiliz. Bizim bir Müslüman olarak diğer Müslüman kardeşlerimiz hakkındaki vazifemiz, onlara iyi niyet besleme ve hüsn-i zannetmekten başka bir şey olamaz. “İnşallah bu kardeşlerimiz, araştırmalarını yapmış, delilleri, kaynakları, farklı görüşleri görmüş kıyaslamış, değerlendirmiş ve bulunduğu noktaya yakin ederek gelmiştir” demeliyiz, başka bir seçeneğimiz yoktur, olmamalıdır.
Değerli kardeşlerim, Allah aşkına bu mantıkla hareket eden bir Müslüman topluluk, artık bir birine su-i zan eder mi? Bir birine kin besler mi, ya da olur olmaz, itham ve yakıştırmalara yeltenir mi?
12- Bize ihtilafların çözümü ya da en azından ihtilafî konulara daha mantıklı ve insaflı yaklaşmamızı sağlayacak bir diğer mekanizma ise, her kesin kabul ettiği ictihad olgusudur. İctihadın kimsenin tekelinde olmadığını, bilinen ictihad şartlarına haiz olan her kesin ictihad yapabileceği gerçeğini dikkate alırsak, farklı düşünce ve hükümlerde rahatlıkla birbirimizi mazur görebiliriz. Biz biliyoruz ki İslam ulemasından birçoğu, hatta sahabe ve Müslümanlar arasında cereyan eden kanlı savaşlarda bulunanları bile ictihad olgusuna dayanarak mazur görmüşlerdir. Durum böyle iken bazı konularda sırf farklı görüş belirten ve farklı düşünen kimseleri mazur görmemek, ictihad hakkını onlardan esirgemek doğru ve mantıklı bir yaklaşım olabilir mi?
13- Hatırlatılması gereken bir diğer önemli husus ise, şudur ki bizler farklı gruplar ve mezheplere mensup Müslümanlar olarak en azından bazı konularda geçmişlerimizden farklı bilgi, belge ve birikimleri miras almış durumdayız ve yukarıda da değindiğimiz gibi bunda hiç birimizin bir suçu yoktur. Böylece bu farklı nakiller, bilgi ve belgeler, bazen her birimizi farklı telakkilere, düşüncelere farklı sonuçlar elde etmeye sevk etmiştir. Dolayısıyla bu sebeplerden dolayı birimizin kabul ettiğini, diğeri reddedebilir; birimizin sevdiğini diğeri sevmeyebilir. Bu yüzden bu konularda birbirimizi hoş görme ve anlayışla karşılamaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Bir örnek vermek gerekirse, Resulullah’ın amcası ve hamisi Ebu Talip hakkında iki farklı düşüncenin olduğunu hemen hepimiz biliyoruz. Bunlardan birisi Ehl-i Sünnet arasındaki yaygın görüştür, yani Ebu Talib’in müşrik olarak ve iman etmeden vefat ettiği; diğeri ise Ehlibeyt mektebinin savunduğu ve kabul ettiği görüş, yani Ebu Talib’in iman ederek vefat ettiği… Her ikisinin de kendisine göre delil veya delilleri vardır elbette. Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz, kaynaklarında bu konuda nakledilen rivayetlere istinad eder, karşı taraf da Ehlibeyt kanalıyla nakledilen rivayetlere istinad ederek Ebu Talib’in Al-i Firavn’in mu’mini gibi Resulullah’ın emriyle imanını sakladığı ve bu vesileyle Mekke müşriklerinin arasında onu daha iyi savunduğu ve himaye ettiğidir. Tıpkı Mu’min-i Al-i Firavn’ın imanını gizleyerek Hz. Musa’yı dolaylı olarak desteklediği gibi ki kıssası Kur’an’da açıklanmıştır. (Mu’min Suresi, ayet 28)
Şimdi bu olayda aslında iki taraftan her birisi kendine nakledilen farklı rivayetlere ve miras aldığı bilgi birikimine dayanarak böyle farklı görüşlere varmışlardır. Yoksa ne Ehl-i Sünnet Ebu Talib’in mu’min olduğunu bildiği halde ona müşrik der, ne de Ehlibeyt mektebine mensup kimseler, onun müşrik olduğunu bildiği halde ona mu’min der. Zerre kadar aklı, insafı ve imanı olan bir kimse bunu yapar mı? Aslında diğer birçok farklı görüşler ve şahsiyetler hakkındaki durum da bundan farksızdır. Bu yüzden bu tür konularda birbirimizi şu veya bu ithamlarla suçlama yerine, yukarıdaki mantıkla yaklaşırsak, bizce hiçbir problem yaşanmaz. Elbette her tarafın sahip olduğu delil belge ve bilgilerin ne kadar sağlam olup olmadığını araştırıp, muhakemesini yapmayı her kesin kendine bırakmak lazım.
Tabi bir de uygun ve sakin bir ortamda ve kardeşçe tutumlarla âlimlerimiz ve fikir erbabımız yer yer birbirleriyle fikir teatisi ve ilmi müzakereler yaparak doğruyu bulma konusunda yekdiğerine yardımcı olurlarsa, buna da kimsenin bir itirazı olmaz herhalde.
14- Esasen en önemli zaruretlerden birisi çeşitli gruplara ve mezheplere mensup İslâm âlimleri arasında güçlü bir diyalogun oluşmasıdır. Zira bu ihtilafları en köklü şekilde ancak, dinini dünyaya satmayan, Allah’ın rızasını her şeye tercih eden, hiçbir sulta ve sultandan çekinmeyen, kendini bütün mezhebî ve ırkî taassuplardan ve kim ne der kaygılarından arındırmış hakikî âlimler arasında gerçekleşebilecek müzakereler çözebilir ya da en azından azaltabilir. Tabi bu müzakereleri yapan âlimler, kendi aralarında sırf ilmî, aklî ve nakli ölçülere dayanarak ve her şeyden önce müşterek kabuller ve prensiplerden hareketle sorunlara ve ihtilafı konulara çözüm bulmaya çalışmalıdırlar. Birbirlerini ikna edebilirlerse ne a’la, aksi takdirde yine de herkes kendi görüşünü korumakla birlikte aralarındaki kardeşlik ve dostluk bağlarını korumaya özen göstermelidirler. Tabi ulemâ arasındaki bu samimî ve kardeşçe ilişkiler, ister istemez halk arasında da olumlu yansımalarını bulacak ve düşmanlıklar, yerini kardeşçe ve dostça münasebetlere bırakacaktır. İnsaf sahibi her Müslüman’ın düşlediği o ortamın bir an evvel oluşması ümidiyle.
15- Dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli husus şudur ki, her fırka ve mezhebin görüşlerini, o mezhebin kendi içinde muteber ve söz sahibi olarak tanınan âlimlerinden ve muteber bildikleri kaynaklardan almak gerekir. Biz kendi indi yorumlarımızla veya kafadan dolma bir takım bilgilerle ya da her mezhebin kaynaklarında az çok bulunan ve o mezhebin kendi fikir erbabı tarafından reddedilen ve kabul görmeyen bazı zayıf nakil ve rivayetlere dayanarak onlara bazı iddiaları atfetme alışkanlığından ve yanlışından artık vazgeçmeliyiz. Örnek vermek gerekirse, Kur’an’ın (hâşâ) tahrifine yönelik yorumlanabilecek bir takım rivayetler, maalesef hem Sünni kaynaklarda hem de Şii kaynaklarda mevcuttur. Fakat buna rağmen asırlardır her iki tarafın da muhakkik ve insaf ehli âlimleri, bu rivayetlerin zayıf ve kabul edilebilir bir yanı olmadığını ve bizzat Kur’an’a ters düştüğünü her fırsatta sözlü veya yazılı olarak delilleriyle birlikte ortaya koymuşlardır. Ama maalesef hala bazı cahil veya kendini bilmez kimseler, her fırsatta temcit pilavı gibi bu rivayetleri ısıtıp ısıtıp servis yapmaktan arlanmıyor ve bu rivayetlere dayanarak, karşı tarafı Kur’an’ın tahrifine inanmakla suçlamaktan çekinmiyorlar. Bu nasıl bir akıl, nasıl bir mantıktır; anlamak mümkün değil.
Yani bir kimse yüksek sesle ve her fırsatta “Arkadaş ben Müslüman’ım” diye feryat ederse, biz hayır sen yalan konuşuyorsun mu diyeceğiz? Kur’an-ı Kerim Nisa suresinin 94. ayetinde bu mantığı baltalamıyor mu?:
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin. Çünkü Allah’ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
Bir kimsenin veya grubun kabul ettiği ve savunduğu bir görüş üzerinden hareketle onu eleştirmenin mantığını anlamak mümkün de ısrarla reddettiği ve kabul etmiyorum dediği bir görüşü zorla ona yamamak ve bunun üzerinden ona olur olmaz ithamları reva görmek hangi akıl, insaf ve izana sığar?!
Kaldı ki Kur’an’ın tahrifini bir grup ve mezhebe yamamakla o mezhebe zarar vereceklerini sanan zavallılar, aslında İslam düşmanlarının eline verdikleri kozla farkında olmadan en büyük darbeyi güya savundukları Aziz kitabımıza vurmaktadırlar! Ayrıca eğer bu tür rivayetler bir mezhebin hanesine eksi puan olarak yazılacaksa, bu her iki taraf için de geçerli olur. Çünkü benzer rivayetler her iki tarafta da mevcuttur!! Rabbim hepimize insaf ve basiret versin inşallah.
16- Özellikle günümüz şartlarında, bütün farklılıklarına rağmen küfür cephesinin saflarını sımsıkı birleştirdiği ve dinimize ve değerlerimize karşı en alçak ve gaddarca saldırdıkları bir dönemde anlattıklarımızın, birlik, beraberlik ve kardeşliğimizin, ümmetimizin genel maslahat ve menfaatlerini ön palana çıkarıp, hiçbir şeyi buna tercih etmememiz gerektiğinin önemi her zamankinden daha çok ortaya çıkmamış mıdır? Bunun en son acı ve felaket dolu örneğini mazlum Gazze’de yaşamadık mı? Daha öncesinde Çeçenistan, Afganistan, Lübnan, Bosna, Kosova ve diğer birçok yerde yaşamadık mı? Bizim gafletlerden uyanabilmemiz, saflarımızı birleştirebilmemiz için daha kaç tane Gazze musibeti yaşamamız gerekir? Yetmedi mi artık?!
17 – Değerli kardeşlerim, yukarıda da hatırlattığım üzere şu anda Server-i Kâinat, Habib-i Kibriya Hz. Muhammed-i Mustafa Efendimiz’in (s.a.a) mübarek doğum günleri olan kutlu doğum haftasını idrak etmiş bulunuyoruz. Bu hafta bazı İslam âlimleri tarafından VAHDET HAFTASI olarak ilan edilmiştir. Resulullah’ın kutlu doğumu, Ehl-i Sünnet nakillerine göre, Rebiülevvel aynının 12. gününde, Ehlibeyt kaynaklarındaki nakillerine göre ise Rebiülevvel ayının 17. gününde vuku bulmuştur. Bu İslam âlimleri, zahirde farklılık arz eden bu durumu güzel bir tedbir ve düşünceyle ümmetin birlik ve beraberlik vesilesine dönüştürme amacıyla, bu iki tarih arasını vahdet haftası olarak tavsiye ve ilan etmişlerdir. Ne kadar güzel bir düşence ve öneri! Allah hepsinden razı olsun. Aslında iyi niyet ve samimiyet olursa, insan böyle ayrılık vesilesi olabilecek şeyleri bile vahdet vesilesine dönüştürebilir. Ama Allah korusun art niyet, taassup vs. olursa, en masum düşünce ve görüşler bile yanlış yorum ve telakkilerle bir ayrılık ve niza bahanesine dönüştürülebilir. Rabbim hepimizi hatalardan, kör taassuplardan ve nefsanî eğilimlerden muhafaza buyursun.
Ya Rabbi niyetimizin ne olduğunu sen herkesten daha iyi biliyorsun. Habib’in hürmetine sana yalvarıyoruz; kalplerimizi hakka yönlendir. Bizi nefsanî ve Şeytanî olan bütün düşünce ve davranışlardan koru. Hakkı olduğu gibi bize göster ve ona ittiba etme samimiyet ve cesaretini hepimize inayet buyur. Kalplerimizi birbirine ısındır, İslam düşmanlarının bizi bizden ayıracak, bizi bizden koparacak, kalplerimize düşmanlık ve kin tohumları ektirecek bütün şeytani ve alçakça plan ve entrikalarından, fitnelerinden koru. Aziz kitabında buyurduğun gibi Resulü’nün ümmeti olarak kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aramızda birbirimize karşı muhabbetli, şefkatli ve merhametli olmayı nasip buyur. Âmin!
Son olarak meşhur Şia âlimlerinden Üstad Subhani’nin VAHDET konulu bir şiirinin tercümesiyle sözlerimi noktalarken vahdet haftamızın mübarek ve hayırlara, ümmetimizin birlik ve beraberliğine vesile olmasını Yüce Mevla’mızdan temenni ediyorum.
Kur’an merci iken tefrika neden?!
Odur gönülleri hep birleştiren
Peygamber Muhammed; ayrılık neden?!
Parçalanmalardan nehyeder iken?
Vahdet Peygamber’in parlak yoludur
Neden kalpler bugün kinle doludur?!
Vahdet müslümanın izzet binası
Tefrika müslimin zillet libası
Sapıklar hep tutar tefrika yolu
Dışı güzel içi entrika dolu
Din Allah’ın dini, hevanın değil
Bu yolda birleşip Allah’a eğil
Ey tefrika ile safları bozan!
Bela yağsın sana, her zaman, her an
Musa AYDIN
Latest posts by Musa AYDIN (see all)
- Hz. İmam Hüseyin’in (a.s) Kur’anî Siması - 31 Mart 2012
- Resulullah (s.a.v) Hakkında 13 Kur’ani Nükte - 23 Ağustos 2010
- Hz. Zeyneb’in (s.a) Şahsiyeti ve Faziletleri - 23 Ağustos 2010
- İlahi Vaatler - 23 Ağustos 2010
- Kur’an’ı Anlama Sorunu - 23 Ağustos 2010