Nefis Tezkiyesi
Hiç kuşkusuz, yüce Allah tarafından dinlerin oluşturulması ve insanlar arasından seçkin kişilerin peygamber olarak gönderilmesi, insanları dörtayaklı hayvanların ve şeytanların otlağından çıkarıp yüce varlıkların bağına ulaştırmak, kötülere eşlik etmekten uzaklaştırıp melekût âleminin sakinlerine arkadaş etmek amacı taşımaktadır. Bu ise, ancak kötü huy ve ahlâklardan arınmak ve yüce sıfat ve erdemlere bürünmekle mümkündür. Bu nedenle şaşkınlık ve bedbahtlık çöllerinde kaybolmadan, sapıklık ve helak akabelerinde uçurumlara yuvarlanmadan her akıl sahibi insanın, kalbini dünyanın bütün kötülüklerinden temizleme, nefisini maddî ve cismanî pisliklerden yıkama uğrunda elinden gelen her türlü çabayı göstermesi ve kendisini, kötülüğü emreden hırsızların elinden kurtarması, böylece selamette kalması gerekir. Böyle yapmadığı takdirde o büyük günde, kıyamet günüde pişmanlık tüm vücudunu sarar ve bu pişmanlık ona hiçbir yarar sağlamaz.
Şu da bir gerçektir ki, nefis tezkiyesi/nefsi temizlemek; iyi ve kötü huylarla sıfatlar hakkında derin ve geniş bilgiye sahip olmayı, kötü huylara yolan açan sebepleri ve bunları tedavi etmenin yolarını bilmeyi gerektirir. Bu bilgiyi elde etmek ise, Yaratıcı tarafından herkes için farz ve gerekli kılınmış, ihmal edilmesine asla izin verilmemiştir. Çünkü bu bilgi sayesinde gerçek hayat ve ebedî saadet elde edilirken, buna cahil olmak insanın helak uçurumlarına yuvarlanmasına ve şehvetler ateşi içinde yanmasına neden olur.
İşte bu gerçekten hareketle büyük âlimler, nefis tezkiyesi ile ilgili birçok eserler kaleme almış ve insanlara yolu göstermeye çalışmışlardır. Birçok kemale erenler de sözlü ve pratik şeklinde başkalarını eğitmişlerdir. Diğer taraftan nice kemal talibi insanlar da bu insan-i kâmilleri bulmak için gece gündüz zaman harcamış, uzun yollar kat etmiş, kemal erbabının huzurunda eğitim almayı başarmışlar ve bu zaman harcamalarında da kârlı olmuşlardır. Tıpkı değerli el-Mizan tefsirinin yazarının dediği gibi: “İnsan, ömrünün yarısı, bir ahlâk üstadını ve nefis eğiticisini araştırıp bulmakla geçirse bile, zarar etmemiştir.”
Bu nedenle kendisinde büyük âlemi barındıran, içinde iyi-kötü, çirkin-güzel bütün özellikleri taşıyan, dünyadaki her yaratığın niteliğine sahip olan insanın, bir ahlâk üstadı eşliğinde kendisini tanıması, tüm boyutlarını bilmesi, bilip tanıdıktan sonra nefsindeki hastalıkları tedavi etmesi gerekir. İmam Ali’nin (a.s) buyurduğu gibi: “Sen küçük bir parça olduğunu mu sanıyorsun? Oysa sende büyük âlem barınmıştır. Hastalığın sende olduğu gibi, tedavisi de sendedir; ama farkında değilsin.”
Ancak şunu da bilmek lazım ki, arınma (tahliye) olmadan süslenme (tehliye) de olmaz. Önce kirleri temizlemek, yok etmek; ardından güzelliklerle süslenmek gerekir. Yani nefsi önce kötü huylardan arındırmalı, sonra güzel sıfatlarla donatıp süslemeli. Çünkü kirler bertaraf edilmedikçe süsler asla fayda etmez. Eğer amaç ilâhî ve kutsî feyizleri elde etmekse, her şeyden önce nefsi tezkiye etmek, kalp aynasını temizlemek gerekir. Aksi hâlde kalbe bir şey yansımadığı gibi, kalp herhangi bir şeyi de göstermez. Tıpkı bir ayna gibi; üzerindeki tozlar ve kirler temizlenmedikçe hiçbir görüntüyü yansıtmaz.
Ama eğer nefsini, düşüncesini, fillerini, kısacası tüm benliğini kötülüklerden, nahoş huylardan arındırıp tertemiz kılarsa, ardından ilmî ve amelî anlamda kendisini güzelliklerle donatıp süslerse, Yüceler Yücesi Rabbu’l-Âlemin tarafından sürekli akıtılan feyizleri almaya ehliyet kazanır, meleklerin makamını elde etmeye kabil olur. Böylece İlâhî kurb makamıyla arasında hiçbir perde kalmaz, nefsinde ve ruhunda oluşan ilâhî nur neticesinde hem bu dünyada, hem de ahiret yurdunda en büyük saadeti elde etmiş olur, meleklerin bile gıpta ettiği bir hâle gelir.
Buradan şu gerçek anlaşılmış oluyor ki, kötü ahlâk ve huylar, ilâhî maarif ve öğretileri, kutsî feyiz ve ilimleri elde etmenin en büyük engelleridir. Çünkü kötü huylar ve günahlar, nefsin perdeleri, hicapları konumundadır; bu perdeler kaldırılmadıkça nefse/ruha hiçbir şey yansımaz. Tıpkı su ile dolu bardak gibi. Nasıl ki bardak dolu olduğu için, içine hava giremez, kalpler de Allah’tan başkasıyla dolu olursa içine ilâhî marifet, muhabbet ve ünsiyet giremez asla. İşte bu gerçeğe işaretle Nebiler Efendisi (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer şeytanlar olmasaydı, Âdemoğulları göklerin ve yeryüzünün melekûtuna bakarlardı.”
Dolayısıyla kalp, temizlendiği oranda ilâhî hakikatleri, feyiz ve maarifi almaya ehil olur ve hak o kalpte bir nur misali parlar. Nitekim Allah Resulü (s.a.a) bir sözünde şöyle buyurmuştur: “Hayat sürecinizde Rabbinizin sizin için bazı nefhaları vardır; onları elde etmeye çalışın.” Onları elde etmenin yolu ise, kalpleri kötü ahlâk sonucu oluşan kirlerden ve paslardan arındırmakla, temizlemekle mümkündür. Her itaate yönelmek ve her günahtan, kötülükten uzaklaşmak, kalbe öyle bir nur ve parlaklık kazandırır ki, onun sayesinde yakinî ilmi alma istidadına erer. Hadiste de geçtiği gibi: “İlim nurdur, Allah onu dilediğinin kalbine bırakır.” Allah ise ancak temiz ve arındırılmış kalp ister. “Ancak Allah’a, şirkten ve şüpheden arınmış bir gönülle gelen faydalanır.” (Şuarâ, 89) ayetinde olduğu gibi. Sonuç olarak insan, nefsi temizleme yolunda gayret göstermeli ki, yüce Allah’ın lütuflarına hak kazansın. Bu amaçla da şöyle buyurmuştur: “Bizim uğrumuzda çabalayıp çalışanları, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.” (Ankebût, 69)
Şu noktaya da dikkat etmek gerekir ki, ilim ve bilgi, nur olabildiği gibi, ötedeki gerçeği bulmak ve görmek için engel, perde ve hicap da olabilir. Kalbin temizlenmesi sonucu İlâhî tarafından bağışlanan ilim ile insanın kalp temizliğinden ve nefis cilasından alakasız fikir yorarak; tartışmalar, araştırmalar ve istidlaller sonucu elde ettiği ilim arasında fark vardır. Bu yollarla elde edilen ilimlerde gerçek manada bir zulmet ve karanlık, yakinden ve kesin bilgiden yoksunluk vardır; zulmet ve kuşku içerdiği için de hicap ve perde olma özelliğine sahiptir. Ama nefis tezkiyesi sonucu İlâhî tarafından bahşedilen soyut ilim, yakine dayalı hakikî ilimdir ve onda asla zulmet ve kuşku yoktur, salt nurdan ve gerçeğin özünden ibarettir.
Kısaca şunu şöyle açıklayabiliriz: İlmin kendisi ve kaynağı/çıkış noktası, mücerret ve soyuttur. Bu gerçek, kendi alanında, felsefî ve irfanî kitaplarda ispatlanmıştır. Ruh ile iç içe olan nefis de maddeden/somutluktan tecerrüde/soyutluğa doğru hareket eden bir yaratık olduğu için, soyutluktan nasiplendiği oranda iman ve yakin/kesin ilim, bilgi konusunda da nasibi bir o kadar artar. Yani insan nefsi soyutluk anlamında ne kadar genişlerse, gerçekleri alma ve görme hususunda da o kadar yetenek sahibi olur. Ayrıca şu da kuşku götürmez bir gerçektir ki, kötülük ve pislik perdeleri, nefsanî ve maddî hicaplar, nefsin üzerinden kaldırılmadıkça, yani nefis tahliye ve tezkiye edilmedikçe, nefis için yakinin hakikati olan tecerrüt ve soyutluk makamı oluşmaz. İşte bu nedenle diyoruz ki, nefsi tezkiye ve tahliye etmede öyle büyük bir çaba harcanmalı ki, hidayet kapılarının ve marifet yolarının kapısı aralanmış olsun. Tıpkı yukarıda işaret ettiğimiz ayette buyrulduğu gibi: “Bizim uğrumuzda çabalayıp çalışanları, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.”
İşte buradan, ilmin zulmet hicabı olması ile nur hicabı, büyük hicap olmasının anlamı ortaya çıkmış oluyor. Bilindiği gibi ve Miraç Hadisi’nde geçtiği şekliyle, Yüce Allah’a ulaşma yolunda zulmet perdelerini geçtikten sonra nur perdeleri de vardır. İlim ikinci anlamda zulmet perdesi iken, birinci anlamda nur perdesidir. Tüm zulmanî/karanlık ve nuranî/aydınlık perdelerin ötesinde ise Vâhid/Tek olan Yüce Allah’ın “Ehediyet” makamı vardır. O fena makamına ulaşmanın yolu ise, ancak nefis tezkiyesinden geçer. Bu uğurda çaba gösteren insana ise, kesin ilâhî yardım ulaşır ve maarif kapıları yüzüne açılarak onu asıl maksada ulaştırır…
Güzel demiştir bir yazar: Kalbi Allah’ın evi yap, safalı kılmak O’nun işi… Git de kalbinin derdini aç, tedavi etmek O’nun işi. Kabul olmanın kilidini yitirmişsen eğer ey gönül, git bir an O’nunla ol, bulmak O’nun işi… Akıt gözlerinden bir damla yaş, alıcısı O’dur. Götür bir damla ihlâs, denize dönüştürmek O’nun işi… Onca günah işlemişsen eğer, kesme umudunu rahmetten. Sen tövbe-nameyi yaz, onu imzalamak O’nun işi… Söyle O’na hacetinin ne olduğunu söyle, icabet etmek O’nun işi… Dilediğin her şeyi iste, onu hazırlamak O’nun işi…
Sen ki Subhan’dan gafilsin, ne fayda!
Şeytanın, nefsin esirisin, ne fayda!
Senin değerin meleklerden çoktur.
Sen değerini bilmiyorsan, ne fayda!
Musa Güneş
elmizan@hotmail.com
The following two tabs change content below.
Musa GÜNEŞ
Latest posts by Musa GÜNEŞ (see all)
- Murakabe - 23 Ağustos 2010
- Hüseynî Şahadet - 23 Ağustos 2010
- Müşârete - 23 Ağustos 2010
- Tövbe - 23 Ağustos 2010
- Cihad-ı Ekber - 23 Ağustos 2010