Ebuzer-i Gıffari
Ebuzer-i Gıfârî’nin inişli çıkışlı yaşantısı mücadeleyle başladı ve mücadeleyle son buldu. O, fesat ve yanlışlıkla mücadele edenlerin kahramanı; uşaklık edenlerin ve nifakçıların en büyük düşmanıdır.
O, Gifar kabilesinden idi. Bu kabile Mekke ile Medine arasında ikamet ediyordu. Hepsi de putperest ve müşrik idi. Ayrıca yağmacılık ve soygunculukta; kötülükte çok meşhur idiler.
O, çevresinin inancı tesirinde kaldığından gençliğinde putperest idi; ama temiz kalpli ve aydın fikirli olduğundan Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna varmadan önce putperestliği bırakmış ve tek olan Allah’a inanmıştı. O, temiz kalpliliği ve aydın fikirliliği sayesinde tevhide hazırdı. Küçük bir hadise onun tamamen inancını değiştirip put perestliği (babalarının dinini) terk etmesine neden oldu.
Bu Hadise Ne İdi?
O, bir gün sahraya koyun otlatmak için çıkmış ve putperestlik inancı gereğince putunu da yanına almıştı. Tuvalet ihtiyacı duyduğu için putu yere koyarak ondan uzaklaşmıştı. Döndüğünde karşılaştığı sahne onu çok şaşırttı! Bir tilkinin putu pislettiğini ve putunun da onun karşısında sessiz kaldığını görünce, kalbinin nurunu örten perde kenara itildi ve şöyle söyledi: “Bu nasıl bir İlahtır; sahradaki bir tilkiden kendisini koruyamıyan, beni nasıl koruyacak?!”
O, bu olayı gördükten sonra puta tapmayı bırakıp, bir olan Allah’a inanarak O’na tapmaya başladı. O, Resulullah’ı (s.a.a) ziyaret etmeden üç yıl önce namaz kılıyordu. Bir gün ondan: “Namaz kıldığında hangi kıbleye yöneliyordun?” diye sorduklarında O: “Allah’ın yönelttiği yere doğru.”cevabını verdi.[1]
Hak Dini Aramada
Zikrettiğimiz gibi Ebuzer’in temiz kalpli oluşu, onu tevhide kavuşturdu ve putu terk etmesine neden oldu. Ama bu kadarı ona yetmiyordu. Marifetini tamamlama ve gerçek dini bulma çabasındaydı. Onu Allah’a daha çok bağlayacak, manevi ve ruhi tekamüle eriştirecek bir din arıyordu.
Ebuzer, bu araştırma sırasında birisinin Mekke’den kalkıp peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydu. Daha fazla bilgi alabilmek için kardeşini Mekke’ye yolladı. Kardeşi döndüğünde kısaca şöyle bir haber getirmişti: “O, insanları iyi işlere davet ediyor, kötülükten alıkoyuyor ve yüce ahlakî erdemlere davet ediyor.”
Bu kısa haber Ebuzer’i tatmin etmedi. Kendisinin şahsen gidip yakından araştırması gerektiğini anlayınca ekmeğini, suyunu alıp, Mekke’ye doğru yola koyuldu. Mekke’ye vardığında gördü ki Peygamber ile görüşmek kolay değil. Bir taraftan onu tanımıyor, evini bilmiyor, diğer taraftan da orada baskı söz konusu idi. Eğer Kureyş, birisinin gelip Muhammed’i (s.a.a) görmek ve O’nun getirdiklerini öğrenmek istediğini duyduklarında onun suyunu ısıtırlardı. Bu yüzden akşama kadar bir yolunu bulamadı. Gece karardığında Mescid-ül Haram’da kalmak istiyordu. Onun yabancı birisi olduğu, Hz. Ali’nin (a.s) dikkatini çekmişti. Ali (a.s), ona yaklaşarak: “Sen hangi kabiledensin?” diye sordu. O: “Gifar kabilesinden” diye cevap verdi. Ali (a.s), şefkat ve merhamet dolu bir dille onu evine davet etti. O, Ali’nin (a.s) davetini kabul etti ve geceyi orada geçirdi, ama sırrını ona açmadı. Hz. Ali de bir şey sormadı.
Ebuzer, ertesi gün de kaybettiğini aradı, ama hiç bir netice alamadı. Akşamleyin Mescid-ül Haram’a dönüp geceyi orada geçirmek istiyordu. Yine Ali (a.s), ona yaklaşarak şöyle dedi: “Kendi evinin yolunu tanımanın zamanı gelmedi mi daha?”
Hz. Ali’nin (a.s) şefkatli daveti üzerine bir gece daha O’nun evinde yattı. Yine ne Ali (a.s) ondan sordu, ne de o, kendi kalbindeki sözü ona açtı. Ancak evi terk ederken dedi ki: “Başkasına söylemeyeceğine söz verirsen sana bir şey söylemek istiyorum. Ali (a.s), ona söz verdi. Ebuzer, Mekke’ye gelmekteki hedefinin ne olduğunu O’na açıkladı. Kardeşinin yeterli haberler getiremediğini, kendisinin O’nu yakından görmek istediğini ve sözlerini duymak istediğini söyledi.
Ali (a.s) ona şu cavabı verdi: “Ben yarın seni, Peygamber’in (s.a.a) olduğu yere götüreceğim, ama Resulullah’ın (s.a.a) düşmanları bu durumu bilseler sana eziyet ederler. İyisi mi sen beni takip et. Eğer yolda Peygamber’in (s.a.a) düşmanlarıyla karşılaşırsam bir şeyle meşgul oluyormuş gibi kendimi göstereceğim. Bu sırada sen yoluna devam et, ben sana ulaşırım. Eğer onlarla karşılaşmazsam beni takip eder, girdiğim eve sen de girersin.”
Böylece günün birinde Hz. Ali’yi (a.s) takip ederek, Peygamber’i (s.a.a) görme şerefine nail oldu. [2]
Başka bir nakle göre de Ebuzer, Peygamber’in (s.a.a) huzuruna vardığında Arap cahiliyye geleneğine göre selam verdi; “Günün hayır olsun” diye. Peygamber de (s.a.a) İslam’a göre cevap verdi; “Aleyke-s Selam.” Ebuzer dedi ki: “Şiirini oku.” Peygamber: “Ben şiir söylemiyorum; benim söylediğim Kur’an-ı Kerim’dir ki O da Allah’ın sözünden başka bir şey değildir.” Ebuzer: “Benim için biraz Kur’an’dan okuyunuz o zaman.” dedi.
Resulullah (s.a.a), Kur’an’ın surelerinden birisini okumaya başladı. Ebuzer dikkatle O’nu dinliyordu. Az sonra Ebuzer yüksek sesle şöyle dedi: “Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Resuluh.”
Peygamber (s.a.a): “Hangi kabiledensin?” diye sordu. Ebuzer cevabında: “Gifar kabilesindenim”dedi. Resulullah (s.a.a), tebessüm etti ve onu süzmeye başladı. Ebuzer, kendisinin müslüman oluşundan, Resulullah’ın (s.a.a) hayrete düştüğünü biliyordu. Çünkü onların kabilesi yağmacılık, soygunculuk ve yan kesicilikle meşhur idi. Yeni ve henüz zayıf olan bir dine böylesine bir kabileden gelip katılma şaşılacak bir şeydi. Daha sonra Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Allah istediğine hidayet verir. Evet, İslam dini, bütün kavimler ve milletler için gelmiştir. Bütün kabileler hidayet olabileceği gibi, Ebuzer de Allah’ın hidayet ettiği kimselerden birisiydi.”[3]
Ebuzer, dördüncü ya da beşinci iman eden kimseydi.[4] İslam’ın zuhur ettiği ilk günlerde iman edenlerden olduğu için, İslam’da öncülüğe sahipti.
Kur’an-ı Kerim’in de açıkladığına göre, Resulullah’ın (s.a.a) Peygamberliğinin ilk günlerinde iman edenlerin makamı büyüktür.[5] Mekke’nin fethinden önce iman edenler, fazilet ve manevi makam bakımından Mekke’nin fethinden ve İslam’ın yayılmasından sonra iman edenlerden daha üstündür. Yine bu konuda Kuran’ı Kerim’de şöyle okuyoruz: “…Fethten önce mallarını harcayan ve savaşan başkalarıyla bir değildir. Onların, fetihten sonra mallarını harcayan ve savaşanlara karşı derece bakımından büyük bir üstünlükleri var…”[6]
İslam’ın İlk Davetçisi
Ebuzer, müslüman olduğunda Resulullah (s.a.a), halkı gizli olarak İslam’a davet ediyordu. Henüz açık davet ortamı oluşmamıştı. O gün Resulullah (s.a.a) ile beraber müslümanların sayısı beş kişiydi. Bu duruma göre Ebuzer, gizlice iman edip, kimse bilmeden Mekke’yi terk etmeliydi. Ama Ebuzer, çok mücadeleci ve ateşliydi. Sanki bâtılı ortadan kaldırmak ve insanları doğu yola davet etmek için yaratılmıştı.
Arapların, bir takım ağaçlardan yaptıkları putlara tapmalarından daha büyük yanlışlık ve bâtıl bir şey olamazdı. İşte Ebuzer buna dayanamayıp, bir süre Mekke’de kaldıktan sonra Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna vararak vazifesinin ne olduğunu sordu. Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Sen kendi kavminin arasında İslam’ı tebliğ edebilirsin. Şimdi kendi kabilene dön ve benim emirlerimi bekle.”
Ebuzer dedi ki: “Allah’a yemin ederim ki kavmime dönmeden önce bu halka, İslam’ın sesini duyuracağım ve böylece bu yasağı çiğneyeceğim.”
Bu karar üzerine Kureyş, Mescid-ül Haram’da konuşmakla meşgulken Mescide girerek yüksek sesle: “Eşhedu en la İlahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Resuluh” diye bağırdı.
Tarihin yazdığına göre bu ses, açıkça Kureyş’i savaşa çağıran ilk sesti. Bu ses, arkası olmayan ve Mekke’de akrabası bulunmayan yabancı ve meçhul bir insanın sesiydi.
Resulullah’ın (s.a.a) tahmin ettiği şey gerçekleşmişti. Bu sesi duyan Kureyş, ona doğru hücum ederek, acımasızca onu dövdüler.
Bu haber Resulullah’ın (s.a.a) amcası Abbas’a ulaştı. Abbas, Mescid-ul Harama gelerek kendisini Ebuzer’in üzerine attı. Onu müşriklerin şerrinden kurtarmak için şöyle dedi: “Sizin hepiniz tüccarsınız ve ticaret kervanlarınız Gifar kabilesinin yakınından geçiyor. Yarın Kureyş’in ticareti tehlikeye düşüp hiç bir ticaret kervanı oradan sağlam geçemeyecektir.”
Abbas’ın bu sözleri Kureyş’e tesir etti ve onu böylece serbest bıraktılar. Ama Ebuzer çok ateşli, fevkalade cesur ve mücadeleci olduğundan ertesi günü yine aynı yere gelerek, daha önce söylediği sözünü tekrarladı. Yine Kureyş’liler başına üşüşerek, onu şiddetli bir şekilde dövdüler. Abbas önceki günkü söylediklerini tekrarlayarak Ebuzer’in canını kurtardı.[7]
Söylendiği gibi eğer Abbas olmasaydı, Ebuzer’e kurtuluş yoktu. Ebuzer, başına gelen bu olayla İslam için mücadelede geri çekilecek birisi değildi. Bir kaç gün sonra Kâbe’yi tavaf ederken bir kadının, Kâbe’nin yanına konulan ‘Asaf’ ve ‘Naile’ adlı iki puta hitap ederek dertlendiğini gördü ve çok üzüldü. Kadına, onların faydasız olduğunu bildirmek için şöyle dedi: “Bu ikisini birbiriyle evlendirsene!”
Kadın, Ebuzer’in söylediğine kızarak şöyle bağırdı: “Sen müslüman olmuşsun.” Kadının bağırmasıyla Kureyş’in gençleri Ebuzer’in başına toplanıp onu dövmeye başladılar. Ama Beni Bekr kabilesinden bir grup ona yardımcı olarak, onların pençesinden kurtardılar.[8]
Gifar Kabilesinin Müslüman Oluşu
Resulullah (s.a.a), yeni gelen öğrencisinin mücadeleci ve kıyamcı ruhunu çok iyi biliyordu. Ama henüz bunun zamanı olmadığı için, onu kavminin yanına yollayarak, onları İslam’a davet etmesini emretti.
Ebuzer, kendi kabilesine dönerek Allah (c.c.) tarafından peygamber geldiğini ve inanılacak olan Allah’ın bir olduğunu söylüyor ve onları iyi ahlaklı olmaya, kötülüklerden korunmaya davet ediyordu. Önce Ebuzer’in kardeşi ve annesi müslüman oldu. Daha sonra da kabilesinin yarısı müslüman oldu. Resulullah’ın (s.a.a) Medine’ye hicretinden sonra da geri kalan yarısı müslüman oldu. Eslem kabilesi de onlara bakarak müslüman oldu ve Resulullah’ı (s.a.a) ziyaret ettiler.
Ebuzer, Bedir ve Uhud savaşından sonra Medine’ye dönüp Resulullah’a (s.a.a) katılarak orada ikamet etti.
Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’ini Müdafaa
Ebuzer, Resulullah’ın (s.a.a) en büyük yaranından ve en değerli sahabilerinden idi. İslam’ın ilk günlerindeki iman yapısı en sağlam olanlardan biriydi. Gerek Resulullah’ın (s.a.a) hayatında gerekse dünyadan göçtükten sonra, gerçek İslam’ı yaşamaktan ve gerçekçi olmaktan, hiç bir tehdit ve vaadler onu değiştiremedi.
O, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra büyük bir ihtilaf doğmasına rağmen, devamlı olarak Allah Resulü’nün Ehl-i Beyt’inin yanında yer aldı ve onları savunmak için tüm gücünü sarf etti.
Resulullah’ın (s.a.a) sahabilerinin arasında Ebuzer, O’nun Ehl-i Beyt’ini aşırı seven ikinci şahıstır. Ölünceye dek Hz. Ali’den (a.s) başkasının halifeliğini kabullenmedi. Onun, Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i beyt’ini çok sevdiğine dair delil gerekmez. Çünkü çok açıkça Hz. Ali’yi (a.s) savunmuştur. Bunlardan bazılarını aşağıda sunuyoruz:
1- Ebu Bekir hilafete getirildiği gün Ebuzer, topluluk içerisinden kalkarak Kureyş’e hitaben şöyle dedi:
“Ey Kureyş toplumu! Resulullah’ın (s.a.a) yakınlarını terk ettiniz.( İslam hükümetini gerçek yolundan saptırdınız.) Çok geçmez Araplar İslam dininden çıkarlar veya bu dinin gerçekçi olduğundan şüpheye düşerler. Eğer hükümeti asıl sahibine (Ehl-i beyt’e) bıraksaydınız müslümanlar arasında asla ihtilaf olmazdı ve iki kardeş birbirine kılıç çekmezdi.
Resulullah’ın (s.a.a) hakiki halifesini tayin etmede hak ve adalet unutulmuş, güç ve zorbalık, gerçek mantığın yerini almıştır. Layık olmayanlar ona göz diktikleri için çok kanlar dökülecektir.
Siz, büyüklerinizin Resulullah’tan (s.a.a) öyle duyduklarını biliyorsunuz: “Halifelik benden sonra Hz. Ali’nin (a.s) ve çocuklarınındır.” Ama Resulullah’ın (s.a.a) emrini attınız ve onun vasiyetini unuttunuz. Fani dünyayı, ahirete tercih ettiniz ve ebedi hayatı geçici hayat için sattınız.
Siz, geçmiş ümmetlerin yolunu tuttunuz. Onlar da kendi peygamberlerinin yolunu terk edip, geriye döndüler ve Allah’ın dinini değiştirdiler. Sizler de onları takip ettiniz ve doğru yoldan ayrıldınız. Şimdi bu sapmaların sonucunu görecek ve Allah’ın azabına duçar olacaksınız.”[9]
2- O, Osman’ın hilafeti dönemindeki hac merasimi sırasında, çeşitli yerlerden gelen binlerce Allah’ın evinin misafirlerine, yüksek sesle hitap ederek şöyle dedi:
“Ey Millet! Beni tanıyanlar için çok iyi, tanımayanlara ise ben kendimi tanıtıyorum: ‘Ben, Cundeb bin Cünade; Ebuzer Gifarî’yim.
Ey millet! Ben Allah’ın Resulü’nden duydum ki şöyle buyurdular: “Benim Ehl-i Beyt’im sizin aranızda Nuh’un gemisi gibidir. Ona binen kurtuluşa erer, terk eden ise boğulur.” Yine Hazret’in şöyle buyurduklarını duydum: “Ben sizin aranızda kıymeti biçilmez iki emanet bırakıyorum. Birisi Allah’ın yüce kitabı Kur’an-ı Ker’im, diğeri de Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisine uyduğunuz müddetçe asla sapmazsınız…”
Ebuzer’in bu sözleri, kalabalık hac mevsiminde Hz. Ali’nin (a.s) haklılığına canlı bir senet olduğundan, Osman bunu duyar duymaz çok üzüldü.
Ebuzer, Medine’ye döndüğünde bu konuşmasından dolayı suçlanarak tutuklandı.
Ebuzer, cevabında şöyle dedi: “Resulullah (s.a.a) bana böyle bir şey söyleyeceğimi buyurmuştu. Ben de O’nun emrine uyarak böyle bir konuşmayı yaptım.”
Osman, onun bu sözü için şahit istedi. O da Ali (a.s) ve Miktad’ı şahit gösterdi. Onların şahâdetiyle Ebuzer serbest bırakıldı.[10]
3- Ebuzer, bir kez daha Resulullah’ın (s.a.a) mescidinin kapısına dayanıp, halkı uyandırıcı ateşli bir konuşma yaparak, Ehl-i Beyt’in (a.s) hakkını müdafaa etti ve şöyle dedi: “Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’i bizim ışık ve güneşimiz; nur veren ayımız gibidirler. Ali bin Ebi Talip (a.s), Resulullah’ın (s.a.a) vasisi ve ilminin varisçisidir.”
Daha sonra şöyle devam etti: “Ey Resulullah (s.a.a) hakkında şaşkınlığa düşen müslüman! Halife tayininde Resulullah’ın (s.a.a), O’na öncelik verdiğine dair ki sözünü dinleseydiniz ve gerçek halifesini halife tanısaydınız, Allah (c.c.) yerden ve gökten sizi nimetlendrirdi. Ne Allah’ın velisinin hakkı zayi olurdu, ne de Allah’ın ve Resulü’nün hükmü değişirdi.
Eğer Resulullah’tan (s.a.a) sonra O’nun Ehl-i Beyt’inin hilafetini kabul etseydiniz, Allah’ın hükümlerinin uygulanışında bir ihtilafla karşılaştığınızda cevabını, ilim ve hikmet kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’den ve Resulullah’ın (s.a.a) sünneti olan kaynağından su içenlerden alırdınız.
Ama Resulullah’ın Ehl-i Beyt’ine düşman olduğunuz için, bedbahtlık sizi bekliyor. Zalimler yakında kaderinizi değiştirip, zulme duçar olduğunuzu anlayacaksınız.”[11]
Ebuzer’den Daha Doğru Konuşan Yoktur
Resulullah (s.a.a), Ebuzer’in şahsiyeti ve büyüklüğü hakkında çeşitli sözler buyurmuştur. Ama doğru konuşması hakkında buyurduğu söz hepsinden daha açık ve güzeldir.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Göğün altında ve yerin üzerinde Ebuzer’den daha doğru konuşan bir kimse yoktur.”[12]
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Ebuzer, acaba Peygamber ve imamdan da mı daha doğru konuşandı?
İmam-ı Cafer-i Sadık (a.s) bir örnek vererek bunun cevabını buyurmuştur. Birisi imam Cafer-i Sadık’a (a.s) şöyle soru sordu: “Resulullah (s.a.a), Ebuzer’i nasıl en doğru konuşan olarak tanıtabilir. Halbuki Ali (a.s) ve Hasaneyn yeryüzünün en doğru konuşanlarıydı.”
İmam Cafer-i Sadık (a.s) buyurdular ki: “Yılın 12 ayının 4 tanesi muhterem ve aziz aydır. O aylarda savaşlar ve cihat haramdır. Bu dört ay Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Ramazan ayı bunlardan daha üstün ve saygın olmasına rağmen bu aylardan sayılmamıştır. (Zira Ramazan ile o aylar, fazilet açısından kıyaslanamaz.”
Daha sonra şöyle buyurdu: “Biz Ehl-i Beyt ile hiç kimse kıyas edilemez.” Ebuzer’in bu açıdan üstünlüğü diğer normal insanlaragöredir. Masumlara göre değil. Evet İmam Sadık’ın (a.s) da buyurduğu gibi: “Hiç kimse Ehl-i Beyt’le kıyaslanamaz.”[13]
Resulullah’ın (s.a.a), Ebuzer’in doğru konuşmasına şahâdet vermesine rağmen, halifenin ondan şahit istemesi gerçekten şaşılacak bir durumdur. Acaba Resulullah’ın (s.a.a) o büyük sahabisinin doğrulukla meşhur olduğunu bütün müslümanlar biliyordu da, sadece halife mi bilmiyordu; yoksa onun işine gelmeyen bir takım sözler söylediği için mi şahit istiyordu!?
Zahitliği Ve Kendinden Geçmişliği
Ebuzer, çok zahit birisiydi. Sade yaşantısında Hz. Resulullah’a (s.a.a) uyuyordu. Hiç bir zaman dünya ve onun güzellikleri onu etkileyemedi ve onu doğru yoldan hiç bir şey saptıramadı. Onun zahitliği hakkında Resulullah’ın (s.a.a) şu sözü yeterlidir: “İsa bin Meryem’in zahitliğini görmek isteyen, Ebuzer’in zahitliğine baksın.”[14]
Şüphesiz Ebuzer’in zahitliği ve kendinden geçmişliği, aldığı İslami eğitim ve öğretiminden kaynaklanıyordu. Kendisinin de böyle bir eğilimi olmasının yanında, bu hasleti bizzat Hz. Resulullah’ın (s.a.a) zahitliğinin tesirinden elde etmişti. Hatta kendisi Resulullah’tan (s.a.a) şöyle nakletmektedir: “Kıyamet günü bana en yakın olanınız, dünya malına aldanmayanınız ve benim zamanımda olduğu gibi ölecek olanınızdır.”[15]
Ebuzer’in yaşantı tarzı, Resulullah’tan (s.a.a) sonra Rebeze’de can verinceye kadar onun zahitliğine canlı bir şahittir.
Osman’ın halifelik döneminde İslam hükümetine servetler akıyordu. Bu nedenle müslümanların durumu çok iyiydi. Bir grup dünya ve dünyanın ziynetlerine aldanmış kimseler -ki fazilet ve takvada asla Ebuzer’e yetişemezlerdi- köle, para, pul sahibi olmuşlardı. Oysa bunların hiç birisinde Ebuzer’in gözü yoktu. O, mal ve servetlerin gerçek sahiplerine ulaşması için çalışıyordu. Osman’ın Beyt-ul malı kendi yakınlarına peşkeş çektiğini görünce onu şiddetle eleştirmeğe başladı.
Osman, ona bir şeyler vermekle susturacağını sanıyordu. Onun için 200 dinar ayırıp iki kölesiyle Ebuzer’e yolladı. Ebuzer, kölelere sordu: Osman aynı şekilde diğer müslümanlara da verdi mi?
– Hayır.
-Ben de onlardan birisiyim. Eğer bir şey onların arasında taksim olunursa bana da ulaşır; yoksa asla kabul etmem!
-Halife, bu parayı kendi şahsi malından verdi ve asla haram karışmamıştır.
-Ben şimdilik bu paraya muhtaç değilim. Şu anda hiç ihtiyacı olmayan birisiyim.
-Biz senin evinde hiç bir şey görmüyoruz. Sen nasıl hiç bir şeye muhtaç olmadığını söylersin?
-Benim şu gördüğünüz cübbemin altında kaç günden kalma iki parça ekmeğim var. Acıkırsam bundan bir kaç lokma yer ve onunla yetinirim. Böyle dinarlara ihtiyacım kalmaz. Bu paraları Osman’ın kendisine verin ve ona şöyle söyleyin: “Bu paralara benim ihtiyacım yok. Halkın muhakemesi seninle benim aramızda kalsın. Adil olan Allah, kıyamet günü hakiki hakimliği yapacaktır.” [16]
O, fevkalade zahitliğinin yanısıra, büyük ve adil bir ruha sahipti. Her gün sabahleyin okuduğu duada Allah’tan, alçak insanlara muhtaç olmamasını niyaz ederdi.
Bir gün Cebrail-i Emin, Resulullah’ın (s.a.a) yareninden birisinin şeklinde O hazrete inmişti. Bu sırada Ebuzer, O hazretin yanına vardı. Cebrail: “Kim bu, ya Resulullah?” diye sordu. Hazret: “Ebuzer” diye cevap verdiler. Cebrail şöyle dedi: “O göklerde, yerdekinden daha meşhurdur. Ona sorar mısınız sabahları hangi duayı okuyor?”
Ebuzer, Resulullah’ın (s.a.a) cevabında zikri geçen duayı okudu.[17]
Müslümanlardan birisi, Ebuzer’in eski bir elbiseyle namaz kıldığını görünce şöyle sordu:
– Bundan başka elbisen yok mu?
– Olsaydı giyinirdim.
– Kaç gün önce iki kat elbisen vardı.
– Onları, benden daha çok ihtiyacı olan birisine verdim.
– Yemin ederim ki senin daha fazla ihtiyacın var.
– Allah, seni affetsin; dünyayı büyük görüyorsun. Omuzumda gördüğün cübbeden başka bir cübbem daha var ki onu mescide gittiğimde giyiniyorum. Kaç tane keçim var, sütünden istifade ediyorum. Kaç tane merkebim var, yükümü taşıyor. Evde işlerimi yapıp, yemeklerimi pişirecek hizmetçim de var. Allah’ın nimetlerinden bundan daha fazla ne isteyebiliriz ki?
O, keçilerini sağdığında sütünü komşularına dağıtırdı, bazen kendisine bile kalmazdı.[18]
Korkusuzca Açık Konuşması
Ebuzer, çok açık konuşurdu. Hiç bir zaman hakkı gizlemezdi. O, korkusuz ve mücadeleci bir ruha sahip olmasına rağmen, Resulullah’ın (s.a.a) sözleri onu daha fazla korkusuz ve mücadeleci kılıyordu. Resulullah’tan (s.a.a) naklettiği yedi düstur şüphesiz onun ruhuna tesir etmiştir. O, diyordu ki Resulullah (s.a.a), yedi şeyi bana tavsiye ettiler:
1- Fakirleri sevmemi ve onlardan ayrılmamamı;
2- Yaşantımda kendimden daha aşağı kimselere bakmamı;
3- Hiç bir zaman kimseden bir şey istemememi;
4- Yakınlarımdan kopmamamı ve bana kötülük de yapsalar onlara iyilik etmemi;
5- Her ne kadar acı da olsa hakkı söylememi;
6- Allah yolunda başkalarının kınamasından korkmamamı;
7- Mukaddes “La havle ve la kuvvete illa billah-il aliyy-il azim” zikrini çok söylememi.”[19]
Ebuzer, kendi dostlarına bile hakkı söylemekten ve onları eleştirmekten çekinmezdi. O, Bazı müslümanların gayri meşru yoldan ele geçirdikleri makam ve aşırı serveti gördüğünde susamazdı. Onlar, dostlukla yaklaşsalar dahi onlardan uzaklaşırdı.
Bir gün, Ebu Musa Aş’ari, Ebuzer’i görür görmez “Aferin benim kardeşime” dedi. Ebuzer, onu kendisinden uzaklaştırdı ve şöyle dedi: “Ben, senin kardeşin değilim. Sen kaymakam ve vali olmadan önce senin kardeşin idim.”
O, Ebu Hureyre’nin de gösterdiği aşırı ilgiye tepki gösterdi.[20]
Yapıcı Ve Mertce Eleştiri
Söylediğimiz gibi Ebuzer, hakkı ve haklı olanı çok açık bir şekilde söylemekten çekinmezdi. Osman’ın hilafeti döneminde birisi ona şöyle sordu: “Halifenin görevlileri vergiyi arttırmışlar; onların malından o miktarı çalmamız doğru mudur?”
Ebuzer, böyle bir yolu mertlik bilmediği için ona: “Bu yol doğru değildir. Çaresi malını korumak için kıyam edip, haddinden fazla vermemektir.”
Halife yanlısı olan Kureyş gençlerinden birisi, bu durumu görünce kızarak dedi ki: “Halife, senin fetva vermeni yasaklamamış mı?”
Ebuzer’in kızdığı yüzünden belli oluyordu. Korkusuzca ona şu cevabı verdi: “Allah’a and olsun ki eğer kılıcı benim boğazıma dayasalar, ben Resulullah’tan (s.a.a) duyduğum hadisi, boynum kesilmeden önce söyleyebilirsem, söylerim.”[21]
Şüphesiz böyle açık konuşmak bazılarını gocunduruyor, bazılarını da meşakkate düşürüyordu. Ama Ebuzer, onun bunun rızasını kazanmak için hakkı söylemekten çekinmezdi.
O, Rebeze’de sürgün olduğu günlerde, üzülerek açık ve doğru sözlerinin getirdiği kötü sonuçlara bakıp, şöyle diyordu: “Ben o kadar Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker yaptım ki hakkı savunmam arkadaşlarımı benim başımdan dağıttı; şimdi ise yalnız kalmışım.”[22]
Halifelik Fitnesiyle Başlayan Mücadele
Ebu Bekir ve Ömer’in hilafeti döneminde az da olsa Resulullah’ın (s.a.a) sünneti uygulanıyor ve mal dağılımında kısmi adalet sağlanıyordu. Osman halifeliğe geldiğinde, toplumsal adaleti çiğneyerek halkın malını kendi keyfine göre istediğine bağışlıyordu.
İslam mücahitleri cephelerde şehitler vererek düşmanları yenip, ganimetler alıyorlar ve Osman’ın başında bulunduğu İslam devletinin merkezine gönderiyorlardı. Halife de bunları kayıtsız şartsız kendi akrabalarına ve yakınlarına dağıtıyordu. Takvalı, ilimli, faziletli şahıslar ise çeşitli bahanelerle bu ganimetlerden mahrum bırakılıyordu. Halifenin İslam dışı yaptığı bu haksızlıklar o kadar arttı ki büyük sahabiler dahi onu kınadılar. Bu durum tarihin siuah sayfaları arasında kayda geçti. Şimdiye kadar tarihçilerin hiç birisi onu savunmamış ve bugünkü tarihçilerin de hepsi, onun yaptıklarının Resulullah’ın (s.a.a) sünnetine uygun olmadığını açıkça belirtmişlerdir.
Osman’ın yaptığı hilaflardan birisi de Beyt-ul malın büyük bir kısmını, amcası Hakem bin Ebil As’a ve onun oğlu, kendisinin damadı olan Mervan’a bağışlamasıdır.
Eğer bu şahıslar salih kimseler olsalardı halifenin işi normal sayılabilirdi belki. Ancak bu baba ve oğulun İslam tarihinde çok kötü geçmişleri vardır. Onların Resulullah’a (s.a.a) açıkça düşmanlık ettikleri herkesçe malumdur.
Hakem Bin Ebil As Kimdir?
Resulullah (s.a.a), Mekke’de davetini açığa vurduğunda o, Resulullah’a (s.a.a) muhalefet etmişti. Ebu Lehep, Utbe bin Ebi Muayt ve Ebu Cehil gibi İslam’ın en azılı düşmanlarıyla beraber Resulullah’a (s.a.a) karşı her türlü düşmanlıklarını yaptılar.[23]
Tanınmış İslam tarihçisi İbn-i Hişam şöyle diyor: “Resulullah’a (s.a.a) komşu olup ona eziyet edenler Ebu Leheb , Hakem bin Abi-l As ve Utbe bin Abi Muayt idi.” [24]
Hakem bin Abi-l As, cahiliyye devrinde Resulullah’ın (s.a.a) komşusuydu. İslam’ın ilk zamanlarında o, Allah Resulü’nü çok eziyet ederdi. O, Resulullah’ın (s.a.a) en kötü komşularından idi.
Hakem, Mekke’nin fethinden sonra zahiri olarak müslüman oldu ve Medine’ye geldi. Ama doğru dürüst bir inancı yoktu.
Resulullah (s.a.a) yürüdüğünde o, Hazretin peşi sıra yürüyüp çeşitli edalar çıkarıp, göz kaş oynatarak, Hazret’i maskaraya alacak şekilde hakaret ederdi.
Resulullah (s.a.a) namaz kıldığında O’nun taklidini yapardı. Bunlara ilaveten Resulullah’ın (s.a.a) özel yaşantısına burnunu sokardı. Resulullah (s.a.a), bir gün hanımlarından birisinin evindeyken izinsiz odaya girdi. Resulullah (s.a.a), onu tanıdı ve elinde bir asayla dışarı çıkıp şöyle buyurdular: “Beni bu lanetten rahatlatacak kimse yok mu?” Daha sonra şöyle buyurdular: “Bu adam bu şehirde kalmamalı.”
Böylece onları Taif şehrine sürgün etti. Bu iki şahıs Resulullah’ın (s.a.a) vefatına kadar Taif’de kaldılar. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Osman, Ebu Bekir’den onları Medine’ye döndürmesini istedi. Ebu Bekir kabul etmedi ve şöyle dedi: “Resulullah’ın (s.a.a) sürdüğünü ben geri döndüremem.”
Ebu Bekir’den sonra Ömer halifeliğe geldiğinde Osman, yine aynı şeyi istedi. O da kabul etmeyerek Ebu Bekir’in verdiği cevabı verdi.
Osman’ın kendisi hilafete geldiğinde onları Medine’ye döndürdü ve şöyle dedi: “Bunlar için ben, Resulullah (s.a.a) ile konuşmuştum. Resulullah (s.a.a), onları Medine’ye döndürecekti ama ecel müsaade etmedi!!” [25]
Abdullah bin Amr bin As şöyle diyor: “Resulullah’ın (s.a.a) huzurundayken hazret şöyle buyurdular: “Şimdi lanetlenmiş birisi meclise gelecek.” Ben, az önce Ömer’in Resulullah’ın (s.a.a) yanına gelmek için elbisesini giydiğini görmüştüm. Kalbim Ömer’in geleceği korkusuyla sıkışıyordu. Aniden Hakem bin Ebi-l As içeri girdi.”[26]
Hâkim şöyle yazıyor: “Resulullah (s.a.a), Hakem’i ve çocuklarını lanetledi.”
Hakem bin Ebi-l As’ın İslam tarihindeki kötü geçmişi kimseye gizli değildir. Resulullah’a (s.a.a) kötü davranmasından dolayı İslam’ın merkezinden sürülmesine ve de Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından lanetlenmesine rağmen Osman, onu Medine’ye döndürerek, onlara saygınlık kazandırdı.
Mervan
Hakem oğlu Mervan da babası gibi kötü bir geçmişe sahipti. Resulullah (s.a.a) tarafından sürülmüştü.
Hâkim Nişâburî kendi Müstedrek kitabında şöyle naklediyor: “Medine’de yeni doğan çocukları Resulullah’a (s.a.a) getiriyorlardı. Mervan da dünyaya geldiğinde, onu Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna getirdiler. Hazret, onun hakkında şöyle buyurdular: “Bu mel’un oğlu mel’undur.”[27]
Resulullah (s.a.a), bir gün Hakem’i gördü ve şöyle buyurdu: “Benim ümmetim bu adamın çocuklarından çok işkenceler görecektir.”[28]
Ayşe, Mervan’a şöyle diyordu: “Sen babanın sulbündeyken Resulullah (s.a.a) babanı lanetledi.”[29]
Osman’ın Beyt-ul Maldan Başıboş Harcamaları
Bu baba ve oğulun böyle kötü geçmişi olmasına rağmen Osman, yalnızca Resulullah’ın (s.a.a) hükmünü çiğneyerek onları Medine’ye geri getirmekle kalmadı, onları halifelik makamının en yakınları durumuna getirdi. Hesapsız olarak halkın malı olan beyt-ul maldan bunlara bağışta bulunuyordu. Şimdi örnek olarak bunlardan bir kaçına değinmek istiyoruz:
1- Osman, Kuzâa kabilesinin (Yemen’de olan bir kabile) zekatını Hakem’e bağışladı. Hakem, Taif’ten Medine’ye döndüğünde üzerinde çok eski bir elbise vardı. Öyle ki bütün Medine’lilerin dikkatini çekmişti. Halifenin evine girip çıktıktan sonra en pahalı elbise ve börkü giyinmişti.[30]
Abdullah bin Yesâr şöyle diyor: “Osman, Medine çarşısında Beyt-ul malın haznedarını görüp ona, Hakem bin Ebi-l As’a bir miktar para versin diye emir verdi. Hazneci parayı vermedi. Osman, onun vermediğini görünce sıkıştırdı ve şöyle dedi: “Sen bizim haznecimizsin; sana verdiğimizi almalı ve emir vermediğmizde ise susmalısın.”
Hazneci şöyle dedi: “Yalan söylüyorsun. Ben senin ve yakınlarının haznecisi değil, müslümanların haznecisiyim.”
Bu tartışmadan sonra Cuma günü Osman, Cuma hutbesi okurken hazneci anahtarları getirip şöyle seslendi: “Millet! Osman zannediyor ki ben onun ve yakınlarının haznecisiyim. Hepiniz bilmelisiniz ki ben, siz müslümanların haznecisiydim. Şimdi anahtarları getirdim” diyerek Osman’a doğru fırlattı. Osman, anahtarları alarak Zeyd bin Sabit’e verdi.[31]
Belazuri şöyle yazıyor: “Halkı, Osman’a karşı isyan ettiren sebeplerden birisi, Hakem bin Ebi-l As’ı, Kuzâa kabilesinin zekatını toplamakla görevlendirip, toplanan üç yüz bin dirhemin hepsini ona bağışlamasıydı.”[32]
Ehl-i Sünnetin diğer bazı alimleri bu konuyu şöyle yazıyorlar: “Halkın, Osman’a karşı kıyam etmesine sebep olan şeylerden birisi, Resulullah’ın (s.a.a) sürgün ettiğini Medine’ye döndürüp, ona yüz bin dirhem bağışlamasıydı.”[33]
2- Osman, Afrika’dan gelen ganimetlerin humusu olan beş yüz bin dinarı damadı Mervan’a bağışladı. [34]
İbn-i Esir şöyle yazıyor: Afrika’nın ganimetinin humusunu Medine’ye getirdiler. Mervan, onu beş yüz bin dinara satın aldı; ama Osman onların parasını ondan almadı ve bedavaya sahihiplenmiş oldu.[35]
Buna ilaveten Osman, Mısır’dan gelen humusu da Mervan’a bağışladı. Allah’ın emrine uyuyorum diyerek akrabalarına iyilik yapıp, Beyt-ul malı onlara peşkeş çekiyordu.[36]
Bunlar, hesapsız olarak halifenin Mervan’a bağışladıklarından bir bölümüdür. Bunlara ilaveten (Hz. Fatıma’nın elinden zorla alınan) Fedek arazisini de İslâm devletinin halis malı olarak Mervan’a bağışladı.[37] Mervan’dan sonra da Fedek, Mervan’ın çocuklarına miras olarak kaldı. Böylece Resulullah’tan (s.a.a) kızına yetişen malı, ne miras olarak ne de babasının bahşişi olarak ona vermediler. Ama Osman, onu Mervan’a bağışladı ve çocukları onu miras olarak sahiplendiler. Yetmiş yıldan sonra Ömer bin Abdulaziz, onu Hz. Fatıma’nın (a.s) evlatlarına geri verdi.[38]
Osman’ın beyt-ul mal sofrasından yiyenler sadece Hakem ve Mervan değildi. Osman’ın diğer yakınları da Beyt-ul malı dağıtıyorlardı. Bunların bazı örneklerini de şöyle zikredebiliriz:
3- Osman, damadı ve amcası oğlu Mervan’ın kardeşi, Haris bin Hakem’e de yüz bin dirhem bağışladı.[39] Buna ilaveten zekat olarak halifeye gelen develeri de Haris’e bağışladı.[40]
Osman, bunlarla da yetinmeyip Medine’nin çarşısında Resulullah’ın (s.a.a) müslümanlara vakfettiği yeri de Haris’e verdi. [41]
4- Yine Osman’ın yakınlarından olan Said bin As’a -ki o, sarhoş ve ayyaşın tekiydi ve İslam tarihinde de iyi bir geçmişe sahip değidi. Babası da Bedir savaşında Hz. Ali’nin (a.s) eliyle öldürülmüştü- yüz bin dirhem bağışladı.
Böylece bu korkunç bahşişlere ancak halifenin yakını olamakla hak kazanabiliyordu insanlar!!
Bunun üzerine İslam’ın büyüklerinden bir grup halifenin bu işlerine itiraz ettiler. Halife onlara şöyle cevap veriyordu: “Onlar benim yakınlarımdır ve yakınlarına iyilik etmek her müslümanın vazifesidir. Ben de vazifemi yerine getirdim!!” [42]
Halifenin özrü kabahatinde büyüktür. Çünkü İslam’ın yakınlarına iyilik yapmayı emretmesi doğrudur; fakat insanın kendi malından bağışlayarak iyilikte bulunmayı emretmiştir, yoksa başkalarının malını yakınlara yedirmenin hiçbir sevabı olmadığı gibi çok büyük bir günahtır da.
5- Osman, yedi yüz bin dirhem Abdullah bin Halit bin Useyd’e verdi.[43]
Yakubi şöyle yazıyor: “Osman, kızını Abdullah bin Halit bin Useyd’e verdi ve Basra’nın valisi Abdullah bin Amir’e Beyt-ul maldan ona, altı yüz bin dirhem vermesini emretti.” [44]
6- İki yüz bin dirhem Ebu Sufyan’a bağışlamıştır ki tarihte onun yaptıkları kimseye gizli değildir. [45]
Beyt-ül Malı Taksim Etmede Hz. Hz. Ali’nin (a.s) Örnek Adaleti
Ali (a.s), kısa müddetli olan halifelik döneminde, Osman’ın tersine Beyt-ul malı taksim etmede en küçük taviz bile vermiyordu. Hiç kimseyi diğerine tercih etmiyordu. Valilerden her hangi birisinin bunu ihlal ettikleri raporunu alır almaz onları sorguluyor ve şiiddetle cezalandırıyordu.
Emir-ül Mü’minin (a.s), Mekke’nin valisi Kusam bin Abbas’a şöyle bir mektup yazdı: “Beyt-ul maldan sana gelenleri fakirler ve çoluk çocuk arasında taksim et. Bu malların sadece fakirlere dağıtılmasına dikkat et. Eğer artarsa buradaki fakirleri doyurmak için bize yollamalısın.”
Ali (a.s), beyt-u malın müsthak olan yerlerinde kullanılmasına özen gösteriyor ve kimsenin, ihtiyacı olmadan bir dinar dahi almasına müsaade etmiyordu.
Emir-ül Mü’minin’nin (a.s) hilafeti döneminde Abdullah bin Zam’a (O Hazretin yareninden), Hazretin huzuruna varıp bir miktar Beyt-ul mal istediler. Emir-ül Mü’minin ona şöyle buyurdu: “Bu mallar ne benimdir, ne de senin. Bütün müslümanların malıdır. İslam askerlerinin kılıcı sayesinde toplanmıştır. Eğer sen de mücahitler gibi cephelerde çarpıştınsa onların aldığı kadar sen de alırsın. Yoksa ben, onların zahmetinin karşılığını başkasına veremem.”[46]
Osman da Ali (a.s) gibi İslami ölçülere göre Beyt-ul malı taksim etseydi, öldürülmeyecek ve kendisinden sonra müslümanlar arasında böyle karışıklıklar da yaşanmayacaktı.
Emir-ül Mü’minin (a.s)’nin kendi hükümeti döneminde İsfahan’dan, bir gün bir miktar Beyt-ul mal geldi. Onun üzerinde bir parça da ekmek vardı. Ali (a.s) malları yedi kısma böldü. Daha sonra parça ekmeği de yedi kısma böldü. Her malın üzerine bir parça da ekmek koydu. Sonra ilk kim alsın diye kura çekti. [47]
Emir-ül Mü’minin (a.s), Kur’an-ı ölçü olarak aldığı için Beyt-ul malın dağıtımında Arap-Acem, siyah-beyaz vb. ayırımı yapmazdı.
Bir gün, birisi Arap olan ve kölelikten serbest bırakılan iki kadın Hz. Ali’nin (a.s) yanına gelerek ihtiyaçları olduğunu dile getirdiler. Hazret, onlara eşit bir şekilde buğday ve de 40 dirhem verilmesini emretti. Arap kadın itiraz ederek şöyle dedi: “Neden bizi eşit olarak görüyorsun? Ben, ondan üstünüm!” İmam (a.s) buyurdular: “Allah’ın kitabında İsmail oğulları İshak oğullarına üstün kılınmamıştır.”
Aşırı Servet Ve Mallar
Osman, Beyt-ul maldan sadece yakınlarını zenginleştirmekle kalmayıp, dünyaperest kimselerin de meşru ve gayri meşru yoldan zenginleşmelerine sebep olmuştu. Bunlardan bazılarını aşağıda zikredeceğiz:
1- Halifenin kendisi, zamanının en zenginlerinden idi. Peşin olarak yüz elli bin ve bir milyon dirhemi ve gayri menkul olarak bağ-bahçe, deve-koyun gibi yüz bin dinar değerinde serveti vardı.
2- Abdurrahman bin Avf, Osman’ın yandaşlarından biriydi. Osman’ın zamanında öldü ve çok sayıda serveti kaldı. O öldükten sonra, paralarını keseler içerisinde halifenin huzuruna yığdıklarında, paranın diğer tarafında olan görünmüyordu. Dört kadını arasında taksim edildiğinde her birine 80 bin dinar düştü.
3- Zeyd bin Sabit’in şaşılacak bir serveti vardı. Öyle ki ölümünden sonra işlenmemiş altınları baltayla kırılarak, çocukları arasında paylaştırıldı.
4- Talha’nın mirasından biri de yüz öküz derisi altın idi. Osman, mısırlılar tarafından muhasara altına alındığında şikayetlenip şöyle dedi: “Ben ona kaç öküz derisi altın hediye ettim. Ama o benim bu iyiliklerim karşısında beni öldürmek istiyor.” [48]
Bunlar halifenin, müslümanların malından bağışladıkları ve halifenin göz yummasıyla meşru ve gayri meşru yollardan elde edilen servetlerden birer örnekti. Hepsini zikretmeye kalkışacak olursak çok uzun süreceği malumunuzdur.
Burada aziz okuyucularımıza Emir-ül Mü’minin Hz. Ali’nin (a.s) ‘Şıkşıkiye’ hutbesinin bir kısmını sunmamızda yarar var:
Hazret şöyle buyurmuştur: “Üçüncüsü (Osman), iş başına geldiğinde, yemekten ve boşalmaktan başka bir işi yoktu. Sadece kendisi Beyt-ul malı dağıtmıyordu, yakınları da (Beni Umeyye) baharda yeşil ota saldıran develer gibi Beyt-ul malı yediler. Ama onun durumu dağıldı ve kötü ameli ölümünü yaklaştırdı. Müslümanların malını ona buna dağıtması ve israf etmesi onu yıktı ve ömrüne son verdirdi.”[49]
Osman’ın bu tutumu, Hz. Ali’nin (a.s) hilafetinde çok zorluklar çıkarmıştır. Çünkü Osman’ın zamanında milyoner olanlar, Hz. Ali’nin (a.s) adil hükümetinde menfaatlerini tehlikede gördüler ve asayişi bozup adaletin icra olmasına mani oldular. Ali (a.s), hilafetinin ilk günlerinde Osman’ın bol keseden dağıttığına işaret ederek şöyle buyurdu: “Osman’ın ona buna bağışladığı tarlaları ve malları çok yakında Beyt-ul mal sandığına geri döndüreceğim.”[50]
Servet Sahiplerine Uyarı
Geçmişte açıkladığımıza göre Ebuzer’in halifeyle mücadelesinin sebebi belli oldu. Ebuzer, Resulullah’a (s.a.a) verdiği ahdin hükmü ve de hakkı ve adaleti savunmak için İslam’ın onun boynunda olan risaleti gereğince, halifenin yanlış işleri karşısında direnip onu eleştiriyordu. Ayrıca halifenin bağışlarıyla mal servet sahibi olanları da, Allah’ın azabından korkutuyordu. O, gittiği her yerde çarşıda, pazarda, camide, sokakta, para ve mal stok edenleri kınayıcı şu âyet-i kerimeyi okuyordu: “Altını, gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları elemli bir azapla müjdele.”[51] Bu ayeti okumakla Osman’ın hükümetini baltalayıp, onları ateş ehli olarak tanıtıyordu.
Osman, Ebuzer’in eleştirilerinden üzüntü duyduğunu ve bunlardan vazgeçmesini belirten bir mesaj yolladı. Ebuzer ise mesajın cevabında ona şöyle bir cevap yolladı:
“Osman, beni Allah’ın kitabını okumamdan mı alıkoymak istiyor? Eğer Osman’ı kızdırmam ile Allah’ı razı ediyor isem, onu razı edip Allah’ı gazablandırmamdan daha iyidir.”[52]
Böyle açık sözlülük, Ebuzer’in ayrımcılık ve adaletsizlik karşısında yılmadan direnişinin simgesidir. O, Halifelik makamına eleştirilerinden kesinlikle vazgeçmeyeceğini bildirdi. Ama teorilerini icra etmeden meydana gelen bir hadise Ebuzer ile halifenin irtibatını kesti.
Maslahat Üzerine Verilen Bir Fetva
1- Bir gün Ebuzer’in de aralarında bulunduğu bir toplantıda halife, Kâ’bul Ahbar’a şöyle bir soru sordu: “Halife, Beyt-ul maldan borç alıp daha sonra gelen Beyt-ul maldan onu ödeyebilir mi?”
Kâ’b: “Bir sakıncası yoktur.”
Ebuzer, halifenin hedefini biliyordu. Halife borç yoluyla Beyt-ul malı harcamak istiyordu. Ebuzer, Kâ’b’a kızarak ona şöyle dedi: “Yahudi tohumu! Bizim dinimizi bize sen mi öğreteceksin?!”
Kâ’b-ul Ahbar
İslam tarihini bilmeyenlerin aklına şöyle bir soru gelebilir: Kâ’b-ul Ahbar kimdir ve halifelik makamında ki rolü ne idi?
Bu soruyu cevaplamak için geriye dönüp Yahudilerin İslam aleyhindeki icraatlarına bakmalıyız:
Yahudiler İslam ordusu karşısında yenildikten sonra, İslam’ı manevi yoldan zayıflatmak için alimleri zahiri olarak müslüman gibi gözükerek, İslam adına bazı hurafeleri dine sokup, İslam’a darbe vurmaya karar verdiler.
Üzülerek söylemek gerekir ki, yönetimin yetersizliğinden yararlanarak, alimlerini müslümanların safına sokup, bir takım hakikatleri değiştirerek yerine hurafeleri yaymak suretiyle hedeflerine büyük ölçüde ulaşmış oldular.
Maalesef bazı tarihçi ve hadis alimleri onların sözlerini incelemeden tefsir ve rivayetlerde yer vererek, kendilerinden sonrakilerin hakikati anlamalarını zorlaştırdılar.
Kâ’b-ul Ahbar da bu Yahudi dönmelerinden birisiydi. İslam adına müslümanları arkadan vurmakla görevlendirilmişti. İyi bir senaryo oynayarak, yalandan İslam’ı temsil ediyormuş gibi gözüküp, müslümanlar arasında yerini aldı ve muhaddis ve fakih olarak tanındı. Hatta 3. halife onu İslam’ın en büyük alimi biliyor, hükümetin siyasi meselelerini ondan soruyordu. Ama Kâ’b gibilerinin mahiyetleri, Ebuzer gibi uyanık müslümanlara gizli değildi. İşte bunun için Kâ’b-ul Ahbar o toplantıda halifenin meyline göre fetva verdiğinde, Ebuzer hiç çekinmeden: “Yahudi tohumu! bizim dinimizi bize mi öğretiyorsun” demişti.
Şüphesiz halifenin müftüsüne olan saldırı, onun kendisine idi. Onun için bu hadise Ebuzer ile Osman’ın arasını daha da açtı.
Hakikati Tahrif Etme Girişimleri
2- Halife bir defasında yine Ebuzer’in ve Kâ’b’ın olduğu bir toplantıda şöyle bir soru yöneltti: “Bir kimse malının zekatını verirse, yine başkasının hakkı var mıdır?”
Kâ’b halifenin hedefini bilmeden hemen cevap verdi: “Hayır”
Halife ikinci soruyu şöyle sordu: “Biz, biraz Beyt-ul maldan alıp, bir kısmını işçilerimize ve bir kısmını da size verirsek bir sakıncası var mı?”
Kâ’b hemen: “Hiç sakıncası yoktur.”, dedi.
Yine Ebuzer bir parça ateş kesilerek, asasını Kâ’b’ın göğsüne dayadı ve ona şöyle dedi: “Yahudi tohumu! Hangi cesaretle bizim dini hükümlerimizde fikir yürütüyorsun?” Daha sonra şu ayet-i Kerime’yi okudu: “…Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren… kimseler (in tutum ve davranışlarıdır).”[53]
Ayet-i Kerime zekatı belirtmekle beraber, başka bir görevi daha açıklıyor.[54]
Bu hâdise halifeyi daha fazla kızdırdı. Çünkü kendisi ve yandaşları Beyt-ul malı zekatını verdik adıyla dağıtmışlar ve altın ve gümüş stoku yapmışlardı.
Halifenin maksadı başta Ebuzer olmak üzere itiraz edenleri susturmak ve yaptıkları stokun İslamî kurallara aykırı olmadığını bildirmekti.
Ebuzer, Osman’ın bu soruyu, haram yoluyla elde ettiği malları meşrulaştırmak maksadıyla sorduğunu biliyordu.
Ebuzer, Emeviler hükümetinin mahiyetini biliyordu. Eğer şimdiden bunların önü alınmazsa gelecekte bu servetler hakkı ve haklıyı yok etmek için kullanılacak ve adil hükümetin icra edilmesine mani olacaktı.
Zamanın akışı Ebuzer’in görüşünü haklı çıkardı. Çünkü Cemel ve Sıffın savaşlarının asıl hedefi, Hz. Ali’nin (a.s) adil hükümetini yıkmaktan başka bir şey değildi. Ayşe’nin seferinin harcırahını beni Umeyye’nin zenginleri verdiler. Daha sonraları hadis uyduranların maaşları bu parayla ödeniyordu. İslam mücahitlerinin kanıyla ele geçen paralar şimdi İslam’ın yıkılması ve Resulullah’ın (s.a.a) gerçek sünnetinin saptırılmasında harcanıyordu.
Evet, Ebuzer bu durumları tahmin ettiğinden, bu gayri meşru işleri ortadan kaldırmak için zikr olunan ayeti okuyordu. Bu vesileyle onların, İslam’ın kanunlarıyla asla bağdaşmayan işlerine mani olmak istiyordu.
Şam’a Sürgün
Bu olaylar, Ebuzer’in sürülmesine zemin hazırladı. Çünkü Ebuzer’in Medine’de kalması tahammül edilemezdi. Onun için Şam’a sürüldü.
Ebuzer, Şam’a vardığında gördü ki orası Medine’nin benzeridir. Muaviye halifelik hazırlığı yapıyor; Rum’a yakın olduğu, Rumların gelip gittiği ve onların karşısında zayıfladığımız belli olmasın bahanesiyle de kendisine saray yaptırıyordu. Yüzlerce insanı da bu sarayın yapımında çalıştırarak mahvolmalarına sebep oluyordu.
Ebuzer, halkın malının dağılmasına ve hainlik yapılmasına asla dayanamazdı. O bu sefer de Muaviye’nin fasit işlerine karşı mücadele başlattı.
O, Muaviye’nin Beyt-ul maldan yapılan güzel sarayını gördüğünde kızarak ona şöyle dedi: “Eğer bu saray müslümanların Beyt-ul malından yapılmışsa onlara hiyanettir bu. Yok eğer şahsi malından yapılmışsa israftır.”
Resulullah’ın (s.a.a) yardımcısı bununla yetinmeyip, Osman’ın hükümetinin aynısı olan Muaviye hükümdarlığını rezil etmek için şöyle dedi: “Ben yersiz ameller ve harcamalar görüyorum ki müslümanlar arasında bunlara asla rastlamadım. Allah’ın Kitabı’nın ve Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinin hilafına işlerdir bunlar. Bunların hükümetinde hak ayaklar altına alınıp, batıl diriliyor. Sadıklar yalanlanıyor, bir takım insanlar salâhiyeti olmadığı halde, müslümanların mallarını kendilerine ayırıyor, iyiler ve haklı olanlar ise mahrum bırakılıyorlar.”
Bu sözler, Peygamber (s.a.a) ve Hz. Ali’nin (a.s) sözleri gibi yıkıcıydı. Onların mektebinin öğrencisinin ağzından çıkıyordu. Bu, Muaviye’nin hükümeti için çok tehlikeliydi. O, Ebuzer’in sözlerinin ne derece etki bırakacağını bildiğinden, onu susturmak için üç yüz dinar yolladı.
Ebuzer, onun hedefini iyi biliyordu. Muaviye’nin temsilcisine şöyle dedi: “Eğer bu para Beyt-ul maldan bu yıl benim maldan kesilen paraysa kabul ediyorum, yok eğer hediye ise benim ona ihtiyacım yoktur”, dedi ve parayı geri çevirdi.[55]
Şam’da Kıyamın Tırmanışı
O’nun adaletsizlik ve fesat ile öyle bir mücadele şekli vardı ki halkın duygularında tesir bırakıp, onları Muaviye’nin aleyhine ateşliyordu. Mesela bazen sabah namazını Şam surlarının kapısında kılardı. Beyt-ul mal kervanları şehre geldiklerinde şöyle sesleniyordu: “Bu kervanlar ateş yüklüdür. İyiliği emredip, kötülükten sakındırdığı halde, kendisi uymayanlara Allah lanet etsin!”
O, bazen Muaviye’nin sarayı önünde durur, onun aleyhine sloganlar atardı.
Muaviye tarafından Kansereyn’e hakim olarak atanan Cellam Gifari şöyle diyor: “Bir gün rapor sunmak için Muaviye’nin huzurundaydım. Aniden sarayın önünden bir ses duydum. Şöyle sesleniyordu: “Bu kervanlar ateş getirdiler. Allah, Emr-i bil Maruf, nehy-i anil Münker yapıp da kendileri uymayanlara lanet etsin.”
Bu sırada Muaviye’nin renginin kaçtığını gördüm. Bana dönerek dedi ki: “Şu sesin sahibini tanıyor musun?” Ben: “Hayır”, dedim. O: “O, Cundeb bin Cünade Gıfari’dir. Ve bu iş de onun günlük işlerinden biridir” dedi ve Ebuzer’i yanına getirmelerini emretti. Az sonra Ebuzer’i çeke çeke getirdiklerini gördüm. Onun karşısına diktiklerinde Muaviye son derece kızgınlıkla şöyle dedi: “Ey Allah’ın ve Peygamber’in düşmanı! Her gün benim aleyhime konuşma yapıyorsun. Peygamber’in sahabilerini, Osman’dan izin almadan öldürmeye yetkim olsaydı, seni bir gün bile yaşatmazdım. Ama halifeyi durumdan haberdar edip talimat isteyeceğim.”
Cellam diyor ki: Ben, onu görmeyi çok arzuluyordum. Çünkü o, benim kabilemden idi. Onu iyice inceledim. Buğday tenli, az sakallı ve beli biraz bükülmüştü. Muaviye’nin askerlerinin elinde olmasına rağmen, ona karşı en küçük saygıyı bile göstermedi. Muaviye’nin cevabında şöyle dedi: “Ben Allah’ın ve Peygamber’in düşmanı değilim. Sen ve baban Ebu Sufyan Allah’ın ve Peygamber’in düşmanlarısınız. Siz küfrünüzü gizleyip, İslam’ı izhar ettiniz. Sen kendin kaç kez Peygamber (s.a.a) tarafından lanetlenmişsin. İslam Peygamberi (s.a.a), sana hiç doymaman için lanet etmiştir.
Ben Resulullah’tan (s.a.a) duydum senin hükümetin hakkında: “İslam hükümeti boğazı açık ve hiç doymak bilmeyen bir ferdin eline geçerse, müslümanlar uyanmalı ve onun şerrinden dikkatli olmalılar!” buyurmuşlardı.”
Ebuzer, bu sözle hassas yerden darbeyi vurmuş ve Muaviye’nin çirkef yüzünü Resulullah’ın (s.a.a) diliyle açığa çıkarmıştı. Bu hadis meşhur hadislerden olduğu için Muaviye inkar edemedi. Mecburen şöyle dedi: “Resulullah’ın (s.a.a) maksadı başka birisidir.”
Ebuzer: “Yanılıyorsun, bu hadisten maksat sensin. Ben Resulullah’tan (s.a.a) duydum ki seni şöyle lanetliyordu: “Allah’ım ona lanet et ve onun doymak bilmeyen gözünü toprakla doyur.”
Ebuzer, daha sonra şunları ilave etti: “Ben, Resulullah’tan (s.a.a) duydum ki senin öbür dünyadaki halinden şöyle haber verdiler: “Muaviye ateşte yanacaktır.”
O, bu hadislerle Muaviye’yi rezil etti. Ama o da günümüzdeki siyasetçiler gibi mahkum olduklarında güç kullandı. Yalancı bir gülümsemeyle Ebuzer’i gözaltına almaları emrini verdi.[56]
Ebuzer, Medine Yolunda
Değindiğimiz gibi Muaviye, Ebuzer’in açıklamalarının ne kadar etkili olduğunu biliyordu. Ebuzer, tebliğine bu şekilde devam edecek olursa çok geçmeden aleyhine kıyam olacak ve daha sonra Medine’ye kadar yayılacaktı.
İbn-i Battal şöyle diyor: “Muaviye’nin ordusu, Ebuzer’in sözlerinden etkilenmiş ve ona meyillenmişlerdi. Onun için Ebuzer’in Şam’da kalmasından korkuyorlardı.”[57]
Diğer taraftan da Ebuzer gibi Resulullah’ın (s.a.a) büyük sahabisini tutuklamak genel olarak halkın zihninde kötü sonuçlar doğuracaktı. Onun için Osman’a mektup yazarak, Ebuzer’in Şam’da olması, kendi aleyhine kıyama sebep olabilir diye tanıtıp şöyle rapor etti:
“Halk, Ebuzer’in etrafında toplanıyor. Ebuzer’in halkı, senin aleyhine kışkırtmasından korkuyorum. Bu bölgenin halkına ihtiyacın varsa Ebuzer’i buradan uzaklaştır.”
Osman ona, cevabında şöyle yazdı: “Ebuzer’i zayıf, çıplak ve vahşi deveyle Medine’ye doğru yola çıkar.”
Muaviye hiç beklemeden halifenin emrini icra etti. Ebuzer’e olan kini yüzünden onu kötü bir halde Medine’ye doğru yola çıkardı.
Mes’udi şöyle yazıyor: “Muaviye, onu yalısı kuru ağaçtan olan bir deveye bindirdi ve çok vahşi ve acımasız beş kişiyi de onu Medine’ye götürmeleri için görevlendirdi. Deveyi çarparak götürdüklerinden Ebuzer, devenin üzerinden zıplayıp düşüyordu. Öyle ki Medine’ye vardıklarında Ebuzer’in paçalarının eti dökülmüştü. Az kalsın bu acıdan ölecekti.”[58]
Resulullah’ın (s.a.a), Emevilerin İğrenç Hükümetinden Haber Vermesi
Ebuzer’i yaralı ve sızlar bir halde Osman’ın yanına getirdiler. Osman, onu görür görmez Kur’an’ın ayetinin hilafına -ki müslümana küçümseyerek hitap edilmemelidir- ona dönerek şöyle dedi: “Ey Cuneydap![59] Seni görmekle hiç de gözümüz aydın olmadı.”
Ebuzer, tüm azametiyle şöyle dedi:
“Benim adım Cundep’tir, Cuneydap değil ve Resulullah (s.a.a), beni Abdullah diye çağırırdı. Resulullah’ın (s.a.a) bana verdiği ismi daha çok seviyorum.”
Osman: “Benim hakkımda şöyle dediğini duydum: Ben diyormuşum ki Allah’ın eli bağlıdır. Allah fakirdir, biz zenginiz. Ne zaman böyle dedim?”
Ebuzer: “Eğer bundan başka bir mantığa sahip olsaydın Allah’ın malını zalimce belli kişiler arasında taksim edip, diğerlerini mahrum etmezdin? Ben Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: “As’ın çocukları otuza ulaşırsa, Allah’ın malını sahiplenip, birbirlerine peşkeş çekecekler; Allah’ın kullarını kendilerine kul edinecekler ve Allah’ın kitabını tahrif ederek tefsir edeceklerdir.”
Halife bu hadisten çok incindi. Ama çaktırmamak için meclise göz gezdirip: “Böyle bir hadis duymuş musunuz?” dedi. Hepsi birden: “Hayır” dediler.
Halife şöyle dedi: ” Vay haline senin ey Ebuzer, Resulullah’ın (s.a.a) diline yalan bağlayıp hadis mi uyduruyorsun?”
Daha sonra şöyle dedi: “Ebuzer’in savunucusu Ali’dir. Onu getirin.” Az sonra Ali (a.s) meclise geldiler. Halife, Ebuzer’e az önce okuduğun hadisi oku dedi. Ebuzer, hadisi tekrar etti. Osman, Emir-ül Mü’minin’e (a.s) sordu: “Resulullah’tan (s.a.a) böyle bir hadis duymuş musun?”
-Ben böyle bir hadis duymamışım. Ama Ebuzer’in sözleri doğrudur.
-Onun doğruluğunu nereden biliyorsun?
-Çünkü Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduklarını duydum: “Göğün altında ve yerin üstünde Ebuzer’den daha doğru konuşan kimse yoktur.”
Bu sırada toplantıda olanlar, Hz. Ali’nin (a.s) zekasının ve cesaretinin etkisinde kalarak şöyle dediler: “Evet, biz de bu hadisi Resulullah’tan (s.a.a) duyduk.”
O anda Ebuzer’in asık suratı açıldı ve şöyle dedi: “Bir gün hadis uydurmakla suçlanacağımı aklımın ucunda bile geçirmemiştim. Hayatta kalıp da bu ithamı Resulullah’ın (s.a.a) ashabından duyacağımı zannetmezdim!!”
Gerçi Osman, o toplantıda As oğulları hakkında olan hadisin üstünü kapadı. Ama onun kapaması hakkın üstünü örtemezdi. Çünkü asırlar geçmesine rağmen, bazı Sünni alimler dahi bu hadisi nakletmişlerdir.[60]
Beyt-ul Maldan Servet Elde Etmenin Cezası
Ebuzer’i mahveden Şam-Medine seferi, onun beden gücünü elinden almış ve incitmişti. Ama ne Medine-Şam, ne de Şam-Medine seferleri onun ruhunu hiç bir şekilde etkileyememişti. Yine, adaletsizlik ve Beyt-ul malı dağıtanlara karşı mücadelesinde en küçük taviz bile vermiyordu.
Ebuzer’in Medine’ye geldiği ilk günlerde, Osman’ın toplantısında hazır bulunduğu bir sırada Abdurrahman’ın malını, paylaştırmak amacıyla halifenin yanına getirmişlerdi. Ondan o kadar servet kalmıştı ki altın ve gümüş keselerini Osman’ın önüne yığdıklarında, Osman karşısındakini göremiyordu.
Osman, Abdurrahman’ın ölümüne üzülerek şöyle dedi: “Onun için ümitliyim. Çünkü misafirperver ve fakir fukaraya yardım eden birisiydi.”
Kâ’b-ul Ahbar devamlı olarak halifenin sözlerini, kayıtsız şartsız tasdik ediyordu. Bu defa a yine halifenin sözlerini tasdik etti.
Bu sahne Ebuzer’i üzdü. Son derece yorgun ve bitkin olmasına rağmen, ayağa kalkıp asasını aldı ve Kâ’b’ın başına vurarak şöyle dedi: “Yahudi tohumu! Bu kadar mal bırakan birinin hakkında ümitli olduğunu ve Allah ona her iki dünyanın saadetini verdi diyorsun ha …”
Daha sonra şöyle ekledi: Ben Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: “Ölümümde bir kırat[61] dahi mal kalmasını istemem.”
Ebuzer’in Tabiatının Denenmesi
Osman, Ebuzer’in tabiatını denemek için topluluk içerisinde onu korkutmak için şöyle dedi:
-Sen neden halkı, benim aleyhime kışkırtarak asayişi bozuyorsun?
-Ben, seni ve arkadaşını (Muaviye’yi) bilgilendirdim. Ama benim nasihatlarıma uyacağınıza hile ile geldiniz.
-Yalan söylüyorsun; [62]sen asayişi bozuyorsun. Şam halkını bana karşı kışkırtıyorsun.
O anda Ebuzer, art niyetli olmadığını, kendi şahsiyetini ve hakikat peşinde olduğunu belirten tarihi bir söz söyledi: “Ebu Bekir ve Ömer’in yolundan git de sana itiraz etmesinler. Yani ben maceracı değilim. Eğer böyle olsaydım onların hilafeti döneminde de onlarla muhalefet ederdim. Çünkü sizin üçünüzün de halifeliği aynı şekildedir. Ama sen, hak ve adalet sınırını aşmışsın. Onun için ben, seninle mücadele etmeyi kendime vazife bildim. Eğer sen, önceki iki halife gibi yapsan seninle de muhalefet etmem.”
Osman, Ebuzer’in mantıklı sözü karşısında mat olduğu için şöyle dedi: “Senin bunlarla ne işin var?!!”
Ebuzer, şöyle cevap verdi: “Ben, Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker yapmakla görevliyim.”
Osman, Ebuzer’in karşısında bir şey yapamıyordu. Mecliste hazır bulunanlara dönüp şöyle dedi: “Size göre ben bu adama ne yapmalıyım? Acaba ona kırbaç mı vurdurayım, hapse mi tıkayayım, öldüreyim mi, yoksa İslam devletinden sürgün mü edeyim? Çünkü o, müslümanların arasına ihtilaf sokuyor!!”
Bu sırada mecliste hazır bulunanlardan Ali (a.s), yumuşaklıkla ve mantıkla söze girerek şöyle buyurdular: “Benim bu konudaki görüşüm Âl-i Fır’avn içerisinde bulunan Mu’min’in görüşüdür. (Kur’an’da da nakledildiği üzere) O Hz. Musa hakkında Fır’avn Ve adamlarına şöyle dedi: “Eğer doğru söylüyorsa kabul edin, yalan söylüyorsa kendisinindir. Yoksa onun korkuttuğu azaba duçar olursunuz!” (Mu’min, 28)
Emir-ül Mü’mimin (a.s), bu ilahi mantıkla mecliste hazır bulunanları etkiledi ve bir defa daha Ebuzer’i, Osman’ın hilesinden alıkoydu.
Osman, Hz. Ali’nin (a.s) sözlerine kızdı ve ikisi arasında tartışma oldu. Ama sonunda o toplantıdan kendi faydasına bir netice alamadı. Sadece Ebuzer’le konuşmayı herkese yasakladı.
Rebeze’ye Sürgün
Osman bir daha Ebuzer’i çağırıp, yumuşatmaya çalıştı. Ama ümidi suya düştü. Zira Ebuzer, onu görür görmez şöyle dedi: “Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer’in nasıl davrandıklarını görmedin mi? Acaba sen onlar gibi mi davranıyorsun? Sen haşin bir şekilde davranıyor, işkence ediyorsun.”
Bu sözler Ebuzer’in, davasından vazgeçmeyeceğini ifade ediyordu. Osman’ı her türlü anlaşmadan ümitsiz bıraktı ve onu, Ebuzer’i sürgün etme kararında sabit kıldı. Onun için çekinmeden şöyle dedi:
– Medine’den çıkmalısın.
– Ben de senden bıkmışım ve seninle bir şehirde kalmak istemiyorum. Ama nereye gideyim.
– Nereye istersen gidebilirsin.
– Şam’a döneyim; zira orası Allah’ın düşmanlarıyla cihat yeridir.
– Ben seni Şam’dan döndürdüm ki orayı ifsat etmeyesin diye. Bir daha nasıl seni oraya göndereyim?
– Irak’a gideyim mi?
– Hayır, Irak’a gidecek olursan bir toplumun içine gitmiş olursun ki onlar halifeliği kabul etmiyorlar.
– Mısır’a gideyim mi?
– Hayır.
– Peki nereye gideyim?
– Sahraya gitmelisin ki halk ile ilişkin kesilsin.
– Sahradan, İslam merkezine hicret ettikten sonra yine sahraya mı döneyim?
– Evet!
– Peki, Necd sahrasına gidiyorum.
– Hayır, Medine’nin uzak doğusuna, Rebeze sahrasına gideceksin ve oradan bir tarafa ayrılmayacaksın![63]
Ebuzer, Rebeze’nin ismini duyunca dedi ki: “Allahu Ekber! Resulullah (s.a.a), doğru haber vermiştir. Resulullah (s.a.a), önceden başıma gelecek her şeyden haber vermişti.”
– Ne haber vermişti?
– Beni, Mekke ve Medine’de bırakmayacaklarını ve sonunda Rebeze’de öleceğim haberini vermişti.[64]
Burada hamiyet sahibi her müslümanın düşünmesi ve sorması gerekmez mi k, acaba ilahi bir kimsenin ve Resulullah’ın (s.a.a) mücahit yarenlerinden olan birisinin mükafatı bu mudur? Necd sahrasında bile kalmasına izin verilmezken, müslümanların Beyt-ul malını tarumar eden dünyaperestler halifenin göz bebeğidir diye hürmet ve hizmete layık görülsün de, Resulullah’ın (s.a.a) gerçek yarenleri sahraya sürgün edilsin! Acaba İslam mantığı buna izin veriyor mu? Ebuzer’in doğruyu söylemek, fesat ve adaletsizlikle mücadele etmekten başka ne suçu vardı ki?!!
Haşimi’lerin Ebuzer’i Uğurlaması
Ebuzer’in sürgün hükmü kesinleşti ve halife, Ebuzer’i Rebeze’ye kadar götürmesi için bir muhafız görevlendirdi.
Osman, halkın ayaklanmasını önlemek için, Ebuzer’le konuşmayı ve onu uğurlamayı yasakladı. Halk, halifenin korkusundan onu uğurlamaya cesaret edemediler. Ama Haşimi’ler ve Ebuzer’in sadık dostları Ali (a.s), Hasaneyn (a.s), Ammar, Akil, halifenin yasağını çiğneyip, Ebuzer’i uğurlamaya geldiler.
Bu sırada Hasan bin Ali (a.s), Ebuzer ile konuşmaya başladı. Halifenin emrini icra etmekle görevlendirilen halifenin müşaviri ve damadı Mervan, uğurlamaya gelenleri engellemek için Hasan bin Ali’ye (a.s) şöyle dedi: “Ey Hasan! Bitir artık, halifenin bu adamla konuşmayı yasakladığını bilmiyor musun?”
Hz. Ali’nin (a.s) Sözleri
Emir-ül Mü’minin (a.s), Mervan’ın bu küstahlığına kızarak, onu itti ve atını kamçılayarak şöyle buyurdu: “Çekil bakalım Allah’ın cehennemliği!” Daha sonra Ebuzer’e dönerek şöyle buyurdu: “Ey Ebuzer! Sen, Allah için halifeyle muhalefet ettin. Bu yüzden O’nun lütfunu ummalısın. Onlar, dünyaları için senden korktular; sen ise dinin için onlardan korkuyordun. Onların dünyalarını onlara bırak ve dinini onların tehlikesinden kurtar.
Onlar senin kaçındığın dünyaya ne kadar da muhtaçtırlar. Halbuki sana yasak ettikleri şeylere senin hiçte ihtiyacın yoktur.
Kıyamet günü kimin kârlı, kimin zararlı olduğu belli olacak. Eğer yerler ve gökler bir kulun üzerine kapansa, o kul takva yolunu seçerse Allah, onu kurtuluşa erdirir ve kapalı kapıları onun yüzüne açar.
Yalnız hakka sığın ve batıldan kork. Eğer, onların dünyalarıyla işin olmasaydı, seni severlerdi; dünya malından kendine bir pay ayırsaydın, senden emin olurlar, endişeleri olmazdı.”
Akil’in Sözleri
Daha sonra Emir-ül Müminin (a.s), uğurlamaya gelenlere hitap ederek şöyle buyurdu: “Amcanızla vedalaşın.” Ve Akil’e hitap ederek: “Kardeşinle vedalaş buyurdu.”
Akil, ilerleyip şöyle dedi: “Ey Ebuzer! Bu son dakikalarda ne diyeyim. Biliyorsun ki biz seni çok seviyoruz ve sen de bizi çok seviyorsun.
Allah’tan kork ve sakın. Ondan sakınmak kurtuluş yoludur. Zorluklara karşı sabırlı ol. Çünkü sabır ruhun büyüklüğünün alametidir.
Bilmelisin ki hedef yolunda sabır ve istikameti zor saymak, kudretsizlik ve acizliktir. Kurtuluşun gecikmesinden ve sıkıntıdan yorulmak bir nevi ümitsizliktir. Buna göre kesinlikle ümitsizlenme.”
Hz. Hasan Bin Ali’nin (a.s) Sözleri
Daha sonra sözü İmam Hasan (a.s) alarak şöyle buyurdu: “Bunların sana yaptıklarını görüyorsun. Dünya ebedi olmadığı için unut. Meşakkat ve zorlukların karşılığını ahirette almak için katlan. Sabırlı ol ki Resulullah (s.a.a), senden razı olduğu halde onunla buluşasın.”
Hz Hüseyin Bin Ali’nin (a.s) Sözleri
Hz. Hüseyin (a.s) de söze başlayarak şöyle buyurdu: “Amcacığım, Allah bu durumu değiştirebilir. Allah, her gün yaratıp yok edendir. Bunlar dünyalarını sevdikleri için seni üzdüler ve bu şehirde kalmana izin vermediler. Ama sen dinin için onları günahtan alıkoymaya çalıştın. Onların ne kadar da senin kaçındırmak istediğin mala ihtiyacı vardır. Halbuki sana yasak ettikleri şeyden sen ganisin.
Allah’tan sabır isteki üzülmeyesin. Allah’a sığın, çünkü sabır dinin bir bölümü ve büyüklük alametidir. Ama üzüntü ve dargınlık, ne günü çabuk geçirir ne de ölümü uzaklaştırır.”
Ammar’ın Sözleri
Ammar’ın tüm vücudunu sinir almış, titriyordu. Şöyle dedi Ebuzer’e: “Seni korkutanları, Allah korkutsun. Allah’a yemin ederim ki eğer sen onların dünyasıyla uyum sağlasaydın, emanda olacaktın. Onların işlerini alkışlasaydın, seni seveceklerdi. Halkı senin aleyhine yönelten şey, onların dünyaya olan bağlılıkları, ölümden korkmaları ve başta olanı sevmekti. Bunlar dinlerini halifenin yandaşlarına bağladılar. Onlar da bunun karşılığında dünyalarından onlara verdiler. Her iki grup da dünyada ve ahirette hüsrandadır.”
Ebuzer, artık yaşlanmış ve yaşı geçmişti. Ağlayarak şöyle dedi: “Allah’ın rahmeti üzerinize olsun Ey Resulullah’ın Ehl-i Beyti! Sizi gördüm Peygamber’i hatırladım. Benim, Medine’de sizden başka kimsem yoktur.
Benim vücudum, Hicaz’da Osman’ı, Şam’da ise Muaviye’yi sıktı. Osman Medine’de kalmama izin vermediği gibi, Mısır’a, Basra’ya gitmeme de izin vermedi. Çünkü halkı onların aleyhine kışkırtacağımdan korkuyordu. Beni öyle bir yere yolluyor ki orada Allah’tan başka hiç bir yardımcım yoktur. Ben, Allah’tan başka hiç bir şey istemiyorum. Allah’ım benimle olduğu müddetçe hiç bir şeyden korkum yoktur.”[65]
Osman’ın Tepkisi
Diğer taraftan Mervan halifenin yanına gelerek durumu anlatıp, Hz. Ali’den (a.s) şikayet etti. Osman, Emir-ül Müminin’nin (a.s), verdiği emre uymamasına kızarak şöyle dedi: “Ey müslümanlar! Ali benimle muhalefet ediyor. O, benim temsilcimi geri çevirip, işini yapmasına mani olmuş. Allah’a yemin ederim ki bu yaptıklarının cezasını vereceğim.”
Emir-ül Müminin (a.s), Ebuzer’i uğurlayarak döndüğünde, halk O’nu karşılamaya giderek, halifeyi kızdırdığını bildirdiler.
Hazret şöyle buyurdu: “Onun kızması atın ağzında bulunan gemine kızması gibidir. Onu, dişleriyle o kadar sıkar ki, sonunda yorulup bırakır. Yani onun, bana kızması hiç bir şey ifade etmez, sadece kendisini üzecektir.”
Ali (a.s), Osman’la karşılaştığında Osman, şöyle dedi: “Bana karşı çok cüretkar olmuşsun. Artık benim temsilcimi geri çeviriyorsun.”
– O, benim uğurlamama mani olmak istedi. Ben de onu kovdum. Ama sana karşı muhalefet etmedim.
– Ben Mervan’a, kimsenin Ebuzer’i uğurlamaması için emir vermiştim.
– Senin her emir verdiğin şey, hatta hakkın ve İlahi emrin hilafına olsa bile uymaya mecbur muyuz? Yemin ederim ki böyle bir emre asla uymayacağız.
– Mervan’ın diyetini vermelisin. Ona küfretmişsin. O da sana küfredecek ve atını kamçılayacak.
– Atım onun ihtiyarında. Ama bana kötü laflar sarfedecek olursa, ben de sana yalanı olmayan kötü şeyler söylerim.
– Sen, ona kötü laflar sarfetmişsin, o niye sana söylemesin? Allah’a yemin ederim ki sen bana Mervan’dan daha iyi değilsin.
Ali (a.s), bu cümleyi duyduğunda çok sinirlendi ve şöyle buyurdu: “Benimle böyle konuşmakla beni Mervan’la bir mi tutuyorsun? Allah’a and olsun ki ben senden üstünüm. Babam, senin babandan, annemde senin annenden üstündür. İşte ben kılıcımı çektim, sende kendini hazırla.”
Osman sinirlenip yüzü kızardı, ama tepki gösteremedi. Mecburen yerinden kalkıp evine gitti. Ali (a.s) de meclisi terk etti. Haşimi’ler, Ensar ve Muhacirler, Hz. Ali’nin (a.s) tarafını tuttular.
Ertesi gün Osman, Hz. Ali’yi (a.s) halka şikayet ederek, şöyle dedi: “Ali, beni eleştiriyor ve eleştirenlere destek oluyor.”
Sonunda bir grup müslümanın arabuluculuğuyla halife ile, Hz. Ali’nin (a.s) ihtilafı azaldı. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Ben, Ebuzer’i uğurlamakla, hakkımı eda etmekten başka hiç bir kastım yoktu.”[66]
Zalimle Kıyaslamak
Halifenin, Ali (a.s) ile tartışmasında, O Hazretin mukaddes makamına yaptığı hakaret bağışlanamaz. Halife, kendi damadı Mervan ile Ali (a.s) arasında hiç bir fark gözetmeyerek ikisini eşit saydı.
Şüphesiz burada halife hevasına kapılmıştır. Yoksa Ali (a.s) nasıl Mervan ile kıyas olunur? Üstünlüğün ölçüsünü ne bilirsek bilelim, halifenin mukayesesini düzeltemez.
Nasıl olur da Kur’an-ı Kerim’in, Resulullah’ın (s.a.a) nefsi olarak tanıttığı Hz. Ali’yi (a.s) iğrenç soydan gelen Mervan ile aynı kefeye koyar?!
Geçmiş sayfalarda da belirttiğimiz gibi Mervan ve babası İslam’ın en büyük düşmanlarından idiler ve Resulullah (s.a.a) ile hiç bir muhalefetten çekinmiyorlardı. Öyle ki Resulullah (s.a.a), onları Taif’e sürdü ve Osman’ın halifelik dönemine kadar orada kaldılar.
Mervan, sadece Resulullah (s.a.a) zamanında değil, hatta Hz. Ali’nin (a.s) hilafeti döneminde de, o Hazret ile muhalefet ediyordu. Hatta Cemel savaşında Talha ve Zubeyr’in ordusuna katılarak İmam’a karşı savaştı.
Emir-ül Müminin’nin (a.s) askerleri, Mervan’ı esir tuttuklarında Hasaneyn’e (a.s) yalvarıp babalarının yanında kendisine şefaat etmelerini istedi.
Emir-ül Müminin (a.s), Hasaneyn’nin (a.s) şefaatını kabul ederek onu azad etti. Bazıları arz ettiler: “Ya Emir-ül Müminin! Mervan, seninle biat edecek mi?”
Hazret buyurdular: “Osman öldükten sonra benimle biat etmedi mi? Benim, onun biatına ihtiyacım yoktur. O, yahudi sıfatlı ve hilekardır. Eğer bu gün eliyle bana biat etse, yarın başka bir uzvuyla bozacaktır.”
Daha sonra şöyle buyurdu: “O, çok az bir müddet hükmedecektir. O dört kuvvetli ve tehlikeli koçların babasıdır. İslam alemi onların elinden çok çekecektir.”
İslam tarihinde Mervan’ın çok kötü bir geçmişine rağmen Osman’ın onu, Ali (a.s) ile terazinin aynı kefesine koyup “Sen benim yanımda Mervan’dan daha iyi değilsin” demesini nereye koyabilirsiniz?!
Tarihin Cinayeti
Osman’ın, İslam’ın zıddına olan işleri kendi zamanında herkese açık ve belliydi. Resulullah’ın (s.a.a) yarenlernnden bir grup da onun bu değersiz işlerini devamlı olarak eleştiriyordu. Daha sonraki asırlarda mutaassıp muhaddisler ve tarihçiler halifenin, Resulullah’ın (s.a.a) mücahit dostu Ebuzer’i sürgün etme suçunu örtbas etmek için, nice yalanlar ve yorumlar nakletmişlerdir.
Gerçi bu yorumlar o kadar esassızdır ki bunların yalanı hiç bir insaflı ve alim kimseye gizli değildir; ama yine de konun tekmili ve olaylardan hebersiz kimselere yardımcı olmak için bunlardan bazılarını zikredip değerlendireceğiz.
Buhari’nin İftirası
İslam tarihinde ilk kez Ehl-i sünnet muhaddis’lerinden ‘Muhammed bin İsmail Buhari’, Osman’ı savunup kendi sahihinde şöyle demiştir: “Ebuzer, sadece ‘Kenz’ ayetinin içeriği ve tefsiri hakkında Muaviye ile muhalefet etmiştir; Osman ile hiç bir ihtilafı yoktu! Ebuzer, halkın kendi aleyhine tahrik olduğunu görünce kendi isteği ile Medine’yi terk edip Rebeze’ye göçtü!!”
İşte, Buhari’nin kendi yazdıkları:
Zeyd bin Vahap diyor ki: “Ben Rebeze’de Ebuzer ile görüştüm. Neden orada kaldığını sordum.”
Dedi ki: “Şam’da idim. Muaviye ile Kenz ayeti hakkında ihtilafımız oldu. O, ayetin sadece Ehl-i kitap hakkında olduğunu; ben de hem Ehl-i kitap, hem de müslümanlar hakkında olduğunu söylüyordum. O beni, halifeye şikayet etti. Halife, beni Şam’dan Medine’ye getirtti. Medine’ye vardığımda halk bana muhalefet etti. Sanki beni tanımıyorlardı. Ben olayı, Osman’a anlattığımda o, bana dedi ki: “İstersen Medine’de kal, istersen halkın itirazından kurtulmak için başka bir yere git!!” Böylece burayı seçtim. Eğer bana siyah bir köleyi hükümran olarak verse yine ona itaat ederim!!”[67]
Buhari bu asılsız hikayeyi nakletmekle, Ebuzer ile hakim sulta arasında olan büyük ihtilafları ve Ebuzer’in sürülmesine sebep olan hakikati örtbas edip olayı başka türlü göstermek istiyor. Ancak tarihin mütevatir metinleri, geçmiş sayfalarda da açıkladığımız gibi hakikatleri sergileyerek, en küçük belirsizlik dahi bırakmamıştır.
Buna ilaveten, Buhari’nin naklini doğru bile farz etsek, Ebuzer’in Rebeze’ye gidişi kendi isteği üzere gerçekleştiyse, peki ya Şam’a gitmesi nasıl yorumlanacak? Acaba Ebuzer, kendi gönlüyle mi gitmişti, yoksa halife mi onu Rebeze’den önce oraya sürmüştü?!
Osman, hicretin 30. yılları sırasında Kur’an’ı toplattırıp, Kufe, Basra, Şam gibi büyük şehirlere birer nüsha yollayarak, “Bütün Kari’ler bu Kur’an’ın yüzünden okumalıdır; ta ki lehçe ve diğer ihtilaflar ortadan kalksın”,diye emir yayınladı.
Aynı zamanda ilk kez Kenz ayeti hakkında Osman ile Ubeyy bin Kâb’ın arasında ihtilaf çıktı. Halife şöyle dedi: “Ayette ‘Atıf Vavı’ yoktur. Ayetin ikinci kısmı sadece Ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur.” Ama Ubeyy bin Kâb ayette ‘Atıf Vavı’nın olduğunda ısrar ediyordu. Buna göre ayetin manası müslüman ve gayri müslüman herkesi kapsıyordu.
Bunların arasındaki ihtilaf o kadar şiddetlendi ki Ubeyy bin Ka’b: “(Vav’ı) yerine bırak, yoksa kılıcımı kılıfından çekerim” dedi. Osman çaresiz kalıp (Vav’ı) yerine koydu.[68]
Burada şunu sormak gerekir: Nasıl oldu da Ubeyy bin Kâ’b’ın, halife ile olan muhalefeti bu maceraların yarısını bile doğurmadı da, bu ayet hakkında Ebuzer’in Muaviye ile olan ihtilafı bu büyük hadiseye yol açtı; böylece Ebuzer, Şam’dan Medine’ye getirildi; daha sonra da halkın baskısı altında kalarak Medine’yi terk etti?!
Belazuri’nin İftirası
Meşhur tarihçi Belazuri kendi kitabı Ensab-ul Eşraf’da Ebuzer ile halife hakkında bir takım hakikatleri beyan etmiştir. Fakat bahsin sonunda asılsız bir hikayeyi de nakletmekle, açıkça hakikati tahrif etmiştir.
O, Buşr bin Havşeb adlı birisinden o da babasındanşöyle naklediyor: “Ben Rebeze çölünden geçiyordum. Yaşlı ve ak sakallı birisinin çadırda yaşadığını gördüm. Bu kimdir diye sordum.
Dediler ki: “Ebuzer, Resulullah’ın (s.a.a) sahabisi.”
Ona dedim ki : “Burası Benî Gifar kabilesinin yeri değil.”
Dedi ki: “Ben buraya zorla gelmişim.”
Daha sonra Buşr diyor ki: “Ben bu olayı Said bin Musayyib’e dedim. O, Ebuzer’i yalanlayarak şöyle dedi: “O, kendi isteğine göre Medine’yi terk edip Rebeze’ye göçmüştür!!”[69]
Belazuri’nin Rivayetinin Değerlendirmesi
Buşr bin Havşeb’in babasından naklolunan hadisenin son bölümü bir kaç delile göre yalandır.
1- Ebuzer’i yalanlamak, Resulullah’ı (s.a.a) yalanlamaktır. Çünkü Resulullah (s.a.a), onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Göğün altında ve yerin üzerinde Ebuzer’den daha doğru konuşan birisi yoktur.”
2- Ebuzer’in sürgün edileceğinin, Resulullah (s.a.a) tarafından haber verildiğini bütün tarihçiler ve muhaddisler nakletmiştir. Biz de geçmiş sayfalarda Muruc-uz Zehep’den bu konuyu nakletmiştik.
3- Nasıl olurda bir şahıs İslam merkezini terk edipte sahraya göçer? Acaba normal birisi böyle bir şeyi yapar mı? Kaldı ki Belazuri’nin kendisi Ebuzer’den “Osman, beni sahraya sürdü” sözünü de nakletmiştir!![70]
4- Belazuri’nin kendisi, bu konunun tersini başka bir yerde şöyle yazıyor: “Ebuzer’in Rebeze’de ölüm haberini duyan Osman, ‘Allah rahmet etsin’ dedi. Ammar da hazır bulunduğu o toplulukta şöyle dedi: “Evet Allah, Ebuzer’e rahmet etsin.”
Osman, Ammar’ın sözüne kızıp, ona hakaret etti ve daha sonra şöyle dedi: “Ebuzer’i sürdüğümden pişman olduğumu mu sanıyorsun?”
Bu sırada Ammar’a kırbaç vurmalarını emretti. Bununla da yetinmeyerek şöyle dedi: “Sen de Rebeze’ye gitmelisin!!”
Ammar, Rebeze’ye gitmeye hazırlanmıştı. Benî Mahzum kabilesi, Ammar ile yıllar önce dostluk ve birbirlerini savunma ahdi bağlamışlardı. Hz. Ali’nin (a.s) huzuruna vararak O’ndan, Osman ile konuşup Ammar’ın sürgüne gönderilmesine mani olmasını istediler.
Ali (a.s), Osman’a dedi ki: “Allah’tan kork. Sen salih ve müslüman birisini sürgün ettin ve sürgün yerinde öldü; şimdi de başka bir büyük şahsiyeti mi sürmek istiyorsun?!”
Ali (a.s) ile Osman arasında tartışma büyüdü. Osman dedi ki: “Sen sürgüne daha layıksın!”
Ali (a.s) buyurdular ki: “Olsun. Beni sürecek isen, hadi ne bekliyorsun?”
Bu esnada Muhacirler toplanıp Osman’a dediler ki: “Seninle iki kelime konuşmak isteyeni sürmen doğru değildir.”
Bu muhalefetler karşısında Osman, Ammar’ı sürgün etmekten vazgeçti.[71]
Bu açık deliller karşısında Belazuri’nin, Said bin Musayyib’in sözlerine itimat etmesini anlamak mümkün değil!
Bu deliller hakikati belirtmek için yeterli değil mi?
Belazuri’nin, Ebuzer’in hakkında yazdığı ve naklettiği bu çelişkili sözleri, araştırmacıları gerçekten hayrete düşürmüştür.
O, bir taraftan Ali (a.s) ve Ammar’ın, Osman ile tartışmasını naklediyor, diğer taraftan da diyor ki: Osman’a sordular: “Ebuzer, kendisini senin sürdüğünü söylüyor. Bu nasıl olur?”
Osman cevaben: “Hayır böyle bir şey yoktur. Ebuzer’in İslam’daki fazileti benim yanımda sabittir” diyor.[72]
Bu çelişkiler nasıl yorumlanabilir?
Taberi’nin Cinayeti
Ebuzer’in sürgün edilmesini nakledip onun hakkını zayi edenlerden bir diğer meşhur tarihçi de Ebu Cafer Taberi’dir. O, kendi tarih kitabında olayı öyle bir şekilde nakletmiştir ki rivayetin metni ve senedi onun yalan olduğunu açıkça gösteriyor.
Biz onun rivayetini değerlendirmeden önce, okuyucularımızın, rivayette geçen şu bölüme dikkat etmelerini istiyoruz:
“…Hicretin 30. yılında Ebuzer, Şam’dan Medine’ye sürüldü. Bu konuda çok şeyler söylenmiştir. Ben onları söylemek istemiyorum. Ama bu konuda Muaviye’yi mazur görenler görüşü “Sürri”nin bana naklettiği şu hikayeye dayanmaktadır:
İbn-i Sevda (Abdullah bin Saba)’nın bu işte eli vardı. O, Şam’a geldiği gün, Ebuzer’le görüşüp, ona şöyle dedi:
“Ey Ebuzer! Muaviye, müslümanların malını, Allah’ın malı olarak adlandırıp, bu yoldan müslümanların malını kendine çekip, onların adını mahvederek onları mahrum kıldı.”
Ebuzer, Muaviye’nin yanına giderek şöyle dedi: “Neden müslümanların malını, Allah’ın malı diye adlandırıyorsun?”
Muaviye şöyle cevap verdi: “Allah, sana rahmet etsin ey Ebuzer! Bizler Allah’ın kulları değil miyiz? Mal Allah’ın malı, kullar Allah’ın kulları ve emir de Allah’ın emri değil midir?”
Ebuzer: “Böyle söyleme” dedi.
Muaviye cevap verdi: “Ben demiyorum mal Allah’ın malı değildir. Ben Müslümanların malıdır diyorum.”
Abdullah bin Saba, Ebu Derda ve Ubade bin Sabit’in peşi sıra gidip, onları da tahrik etmek istedi. Abu Derda, onu tutuklayıp Muaviye’ye götürerek dedi ki: “Ebuzer’i senin aleyhine tahrik eden işte budur.”
Ebuzer, Şam’da oturuyor ve Tahrim suresinin Kenz ayetini okuyordu. Zenginleri fakirler ile eşitliğe davet ediyor ve onları tahrik ediyordu. Zenginler onu, Muaviye’ye şikayet ettiler. O da Osman’dan talimat istedi. Osman da onun yol harcını verip iyi davranmasını emretti.
Ebuzer, Medine’ye vardığında Osman: “Şam halkı neden seni şikayet ettiler?” dedi.
Ebuzer, cevap verdi: “Allah’ın malı dememeliler ve zenginler de mal biriktirmemelidirler.” Böylece bir tartışma oldu. Daha sonra Ebuzer, Osman’dan Medine’yi terk etmek için izin istedi. Osman dedi: “Medine’yi daha kötü bir yerle mi değiştiriyorsun?”
Ebuzer: Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Medine’de Baras hastalığı yayılırsa orayı terk et!”
Osman: “Peki, Resulullah’ın (s.a.a) emrine uy.” dedi.
Ebuzer de Medine’yi terk edip Rebeze’de ikamet ederek, orada bir de cami yaptı. Osman, bir kaç tane deve, iki tane de köle bağışlayıp mesaj yolladı. Ve hicretten sonra göçebe olmasın diye de bazen Medine’ye uğramasını istedi.[73]
Taberi’nin rivayeti işte budur. Şimdi bakalım senet bakımından ne derece itimat edilebilir?
Taberi’nin Rivayetinin Değerlendirmesi
Taberi’nin rivayetinin ravileri beş şahıstır:
1-Sürrî
2-Şuayb bin İbrahim
3-Atiyye bin Said-il Ufiyy-il Kufî
4- Seyf bin Ömer
5- Yezit Fak’âsî
Bu şahısların rivayetleri, hadis alimlerinin nazarında değersiz ve itibar edilmeyecek niteliktedir. Çünkü Sürrî, yalancı ve hadis uyduran biridir. Şuayb bin İbrahim de muhaddisler yanında durumu meçhuldür. Doğru sözlülüğü veya yalancılığı bilinmeyen biridir.
Seyf bin Ömer de hadis uyduran biridir. Hadis otoriteleri onun rivayetlerine itibar etmezler.
Yezid bin Fak’asî de meçhul birisidir.
Atiyyet-u Ufî ise tartışmalı birisidir. Bazıları, onun rivayetini vusuk (itibar edilen), bazıları da zayıf biliyorlar. Eğer Şia olduğuna ihtimal verilse bile onun adına uydurmuşlardır. Taberi kendi tarihinin 3-4-5. ciltlerinde 701. rivayette hicretin 11’inden 37’sine kadar olan olayları nakletmiştir ve bu dönemin hakikatlerini maalesef ters yüz ederek vermiştir.
Bu kişilerden sadece 3-4-5. ciltlerde rivayetler nakletmiş. 5. ciltten sonra ise ilginçtir ki diğer ciltlerde, bunlardan hiç bir rivayete rastlanmıyor.
Acaba Sürrî ve Seyf bin Ömer’in bilgileri, tarihin bu hassas dönemini mi kapsıyordu? O da öyle bir dönem ki sadece mezhep olaylarına içeriyordu.
Hayır, onlar bu tür yönlendirici rivayetleri tahrif ederek gerçeklerin üzerini örtüp gizlemeye çalışmışlardır.
Bu rivayetlere dikkat eden kimse bunların hepsinin sahte olduğunu ve birileri tarafından maksatlı olarak uydurulduğu kanaatine varır. Taberi’nin hakikatleri bilmediği sanılmasın, ama ne var ki taassup insanı böyle yapıyor işte!
Maalesef bu sahte ve meçhul rivayetleri, Taberi’den sonraki tarihçiler de -İbn-i Esakir, İbn-i Esir ve İbn-i Haldun gibi- kendi kitaplarında konuyu incelemeden -gerçekleri yazmıştır- düşüncesiyle nakletmiş ve maalesef sonraki tarihler de yalanlarla dolmuş ve birbiri ardınca tarihi rivayet diye nakletmişlerdir.
Ama Tarih-i Taberi müsnet olup rivayetlerin senedi belli olduğundan yalan rivayetleri ayırt etmek mümkündür. Önceden de işaret ettiğimiz gibi bu rivayetlerin senedinde yer alan râvîler muteber kimseler değildir.[74]
Buraya kadar Taberi’nin rivayetinin senedini eleştirdik. Şimdi itibar derecesini tam olarak görmemiz için, bir de muhtevasını incelememiz gerekir.
Taberi’nin Rivayetinin Muhtevası
Rivayetin muhtevası senedinden daha rezil bir durumdadır. Bunu bir kaç açıdan değerlendirebiliriz:
1- Bu rivayette Taberi kendi değişine göre Ebuzer’in sürgünü hakkında çok şeyler vardır dedikten sonra, maalesef bunları nakletmekten çekinmiş ve sadece Muaviye’yi savunmaya geçmiştir. Böyle birtutum sergilemek, garezden başka bir şey değil de nedir?
2- Ebuzer’in, Medine’den Şam’a olan sürgünü es geçilmiş sadece Şam’dan Medine’ye gelmesi söz konusu edilmiştir. Faraza eğer Ebuzer’in, Muaviye ile olan muhalefeti Abdullah bin Saba’nın tahrikiyle olmuştu da peki onun Medine’den Şam’a olan sürgününün sebebi ne idi? Acaba onun, Osman’ın yanlış Ve İslam dışı uygulamalarıyla mücadele etmekten başka suçu var mıydı? Şam’da da aynı mücadeleyi Muaviye’nin aleyhine yapınca tekrar Medine’ye gönderildi.
3- Bugünkü İslam alimleri, Abdullah bin Saba diye birisinin asla dünyaya gelmediğini ve yaşamadığını, böyle bir şahsın, zalim ve hain tarihçiler tarafından, Osman’ın ve Muaviye’nin cinayetlerini ört bas etmek için çıkarılmış hayali ve masaldan ibaret bir şahıs olduğunu ve çıkan muhalefet ve isyan hareketlerinin körükleyicisi olarak göstermek için uydurulduğunu söylemişlerdir.. Halbuki bu kıyam ve muhalefetlerin sebebi çok açıktır. Sebep, zamanın halifelerinin tutum ve ve davranışları, İslamî esasları açık bir şekilde çiğnemeleriydi. Böylece Abdullah bin Saba’nın, Ebuzer’i tahrik etme meselesinin hiçbir muteber tarihi senedi yoktur ve sadece bir masaldan ibarettir.
4- Geçmiş sayfalarda Mes’udi’den naklettiğimiz gibi Ebuzer’i Şam’dan Medine’ye intikal ettirirken, ona çok kötü muamele yapılmasının yanında, çıplak devenin üzerine bindirip beş tane acımasız vahşiyi de onu, Medine’ye götürmekle görevlendirdiler. Bu acımasız insanlar deveyi süratlehareket ettirerek, ona istirahat hakkı vermeden, Medine’ye getirdiler. Medine’ye geldiklerinde Ebuzer’in paçaları yaralanmış ve duyduğu acıdan az kalsın ölecek duruma gelmişti.
5- Ebuzer’in beyt-ul malı, “Allah’ın malı” olarak adlandırılmasından hoşlanmadığı meselesini ileride açıklayacağız inşaallah.
6- Ebuzer gibi bir şahsiyetin İslam merkezi ve mukaddes Medine şehrini kendi isteği ile terk edip, sahraya göçmesi mümkün müdür? Geçmiş sayfalarda da naklettiğimiz gibi Ebuzer’in, Osman’a olan itirazlarından birisi de, onu Medine’yi terk edip sahraya gitmeğe mecbur etmesiydi. Buna göre Ebuzer’in böyle akılsız bir işi yapması nasıl mümkün olabilir?
7- Geçmiş sayfalarda delillerini de getirdiğimiz gibi Osman ile Muaviye, Ebuzer’e altın-gümüş hediye ederek susturmaya çalışıyorlardı. Ama Ebuzer, cesurca onları reddedip, tek dinar dahi onlardan almadı.
Bu hakikatlere nazaran, Osman’ın, Ebuzer’e köle ve develer bağışlamasına hangi saf ve akılsız inanır?
İbn-i Ebil Hadid Ve İbn-i Esir’in Hakk’ı Zayi Etmesi
Ebuzer’in sürgün meselesini değiştirip, Osman’ı günahsız çıkaranlardan dördüncüsü de İzzettin bin Esir’i Cezrî’dir. O, Taberi’nin mevzu hikayesinin senetlerini keserek nakletmiştir. O, hicretin 30. yılının hadiselerini beyan ederken şöyle diyor: “Bu yıl da Ebuzer’in macerası meydana geldi. “Muaviye, onu Şam’dan Medine’ye yolladı. Bu konuda çeşitli sebepler zikretmişler. Mesela demişler ki, “Muaviye’nin ona kötü sözler söyledi ve ölümle tehdit etti; sonra da Medine’ye kadar çıplak deve ile gönderdi. Ebuzer, Medine’den zorla sürgün edildi” falan. Ama bu sözler doğru değildir. Eğer doğru olsa bile Osman, mazur bilinmeli ve bu konuda ona itiraz edilmemeli ve eleştirilmemeldir; çünkü müslümanların hakimi, ümmeti terbiye edip, cezalandırmaya yetkilidir.”[75]
İbn-i Ebil Hadid de bu olayın benzerini beyan edip Osman’ı, Ebuzer’i sürme işinde suçsuz gösterip, onun bu çirkin işine yorumlar çıkarmıştır. O, şöyle yazıyor: “Osman’ın, Ebuzer’i sürmedeki mazereti, müslümanlar arasında fitnenin yükselmesinden duyduğu korkuydu ve öyle sanıyordu ki Ebuzer’i sürmekle bu ateş sönecektir. Bunun için İslam camiasının yüce maslahatı gereği onu sürdü!! Ümmetin fertlerinin, İslam hakimi tarafından böyle cezalandırılması caiz ve ahlaki yönden de çok doğrudur.”
Daha sonra şunları ekliyor: “Elbette bizim alimlerimiz bu yorumları, amellerinin makul bir tevili ve yorumu olan kimse hakkında yaparlar; ama Muaviye gibi işi iyiye yorumlanmayacak kimsenin yaptıklarını tevil etmezler.”[76]
İslam’da hakimin bir takım yetkileri olduğu doğrudur ve ihtiyaç olduğunda bazılarını ıslah edebilir. Ancak bu şahıslar İslam’ın aleyhine çalışıp hak sözü inkar ettiklerinde. Ama herhangi bir müslüman halifeyi, İslamî esaslara riayet etmeğe ve Resulullah’ın (s.a.a) ve halifelerin yolundan gitmeğe davet ederse, acaba halifenin böyle birisini de cezalandırması ve onu bu davetinden dolayı sürmesi mi gerekir, yoksa böyle bir halife zalim olup, müslümanların onu hilafetten almaları mı?
Ebuzer asla halifeyi, Allah’ın kitabından ve Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden başka bir şeye davet etmedi. Onu, hesapsız kitapsız bağışlarda bulunmaktan ve haksız yere çirkef Emevileri savunmaktan alıkoymaya çalışıyordu. Şimdi bu ikisinden hangisi sürgüne ve ıslaha daha layıktır, Ebuzer mi yoksa halife mi?!
Osman, Suçluları Cezalandırmaktan Çekiniyordu
Eğer Osman, gerçekten suçluları cezalandırmak istiyor idiyse, fitnelerin baş müsebbi olarak lanse edilmeğe çalışılan Abdullah bin Saba’yı neden cezalandırmadı? Ne Muaviye, ondan şikayetçiydi ne de halife onun elinden bıkmıştı. Muaviye ve halife, nedense silahlarını sadece hilafette olan fesat ve adaletsizlik ve tavizle mücadele eden Ebuzer gibilerin üzerine çevirmişlerdi!!
Eğer halifenin bu tip icraatı(iddiaedildiği gibi) gerçekten toplumdaki düzeni koruma amaçlı yapılıyorduysa, o zaman neden Hürmüzan ve Ebu Lû’lu’nun kızı Cufeyne’yi öldüren Ubeydullah bin Ömer’i cezalandırmadı? Halifenin de tasdik ettiğine göre bunların ikisi de günahsız idiler. Sadece suçları İranlı veya katil ailesinden olmalarıydı.
Evet, Ömer’in oğlu Ubeydullah, günün ortasında acımasızca iki günahsızın kanını döktü. Halife onu serbest bıraktı ve İslam’ın hükmünü ona uygulamadı. Ali (a.s), onun katlini istediğinde halife: “Ömer’in ailesi acı çekmişlerdir. Bu acılarına birde biz acı katmayalım” diyerek özür getirdi!!!
Halifenin kendisi Ubeydullah’ı idam ile cezalandırmadığına mazeret üreterek, İbn-i Esir ve İbn-i Ebil Hadid gibilerin tevil zahmetini azaltmıştır! Ama halifenin getirdiği mazeret, İbn-i Esir’in mazereti gibi, İlahi ölçüler karşısında mantıksız ve esassızdır. Buna göre de Ali (a.s) ve diğer hür müslümanların itirazlarına maruz kalmıştır.
Halifenin Mazereti
Osman, hilafete geldiğinde kürsüye çıkıp şöyle dedi: “Allah’ın mukadderatı böyleydi ki Ubeydullah, Hürmüzan’ı öldürsün!! Fakat Hürmüzan, müslüman idi ve müslümanlardan başka da varisi yoktur. Ben de müslümanların halifesi olarak Ubeydullah’ı affediyorum. Siz de affediyor musunuz?”
Bir grup “Evet”, dediler.
Ama Emir-ül Müminin (a.s) şöyle buyurdular: “Bu fasığı cezalandır, çünkü o, büyük bir günah işlemiş ve suçsuz yere bir müslümanı öldürmüştür.”
Daha sonra Ubeydullah’a yönelip şöyle buyurdu: “Ey Fasık! Eğer bir gün seni ele geçirirsem, kendim seni katl cürmüne göre öldüreceğim.”[77]
Mikdat kalkarak şöyle dedi: “Ey Halife! Hürmüzan’ı Allah ve Resul’ü âzâd etmişti. Sen, Allah ve Resulünün hakkını bağışlayamazsın.”[78]
Halife suçluları cezalandırmakla, toplumun emniyetini mi sağlamalı, yoksa kendi ünvanından istifade edip mütecaviz ve cinayetkarların kan dökmesini serbest mi bırakmalıdır?
Ali (a.s) ve bazı müslümanların ısrar etmesine rağmen halifenin müslümanlardan, Ubeydullah’ı affetmelerini istemesi Allah’ın hükmünü değiştirir mi?!
Eğer halife gerçekten ümmetin ıslahını ve suçluları cezalandırmayı istiyor idiyse, neden Velit bin Ukbe bin Ebi Muayt, Kufe mescidinde sarhoş olarak sabah namazını dört rekat kıldı ve mihraba kusarak(!!), aşk şiirleri okudu? Kufeli’lerin, bu durumu toplu halde halifeye bildirmelerine, Ammar’ın da onun yüzüğünü parmağından çıkarıp, halifeye göndermesine ve de Muhacir ve Ensar’ın baskısına rağmen, şarap içme haddini onun hakkında icra etmedi!![79]
Evet, Velit, halifenin üvey kardeşi olduğu için şarap içme suçundan yargılanıp, cezalandırılamazdı. Onun yerine şâhitler kırbaçlandılar![80]
Hem biz hem de iki koca tarihçi (İbn-i Esir ve İbn-i Ebil Hadid) biliyoruz ki Ebuzer, asayişi bozmuyor ve kıyam etmiyordu. Ancak yağmacılar, sömürgeciler ve Beyt-ul malı kendi hesabına yatırıp mal mülk sahibi olanlar ıslah olmuyor ve adalete uymuyorlardı.
Bu iki meşhur alim nasıl olur da Ebuzer’in hakkını çiğneyip, Osman’ın yaptığı cinayetleri örtbas edebiliyorlar?!
İbn-i Esir, Osman’a olan itiraz ve eleştirileri gizleyip, Taberi’ye uyarak şöyle diyor: “Onları nakletmekten çekiniyorum!” Ama hakikatin onun gibileri tarafından gizlenemeyeceğini bilemeyecek kadar gafildi. O, hakikatleri gizledi. Diğer tarihçiler, muhaddisler hakkı batıldan ayırt edip, onun asıl niyyetinin ortayaçıkmasına vesile oldular. Elbette İbn-i Esir’in hakikati bilmediği söylenemez. Ancak tassup hakikatleri böyle yok ediyor işte!
İmadüddin Bin Kesir’in Kin Ve Garezi
İbn-i Kesir Dimişki de Ebuzer’in sürgünüyle ilgili rivayetleri daha değişik şekilde tahrif etmiş ve münasebetsiz bir şekilde süslemiştir olayı. O Ebuzer’in, Osman’ın ve Muaviye’nin hatalarına itiraz etmesinin sebebini belirtmeden şöyle diyor: “Ebuzer, mal ve servet toplamaya muhalif idi. Zaruri ihtiyaçtan fazla mal olmamasına inanıyordu. O, zaruretten fazlasının fakirlere verilmesi gerektiğini söylüyor ve Kenz ayet-i kerimesine istinat ediyordu. Muaviye ise ona, bu sözleri yaymaktan sakınmasını istedi. Ama o, dinlemedi. Muaviye, Osman’ın yanına haberci yollayıp, onu şikayet etti.
Osman, Ebuzer’i Medine’ye getirtti. Ebuzer, Medine’ye vardığında Osman, onu kınayıp tekrar Şam’a dönmesini istedi. Ebuzer kabul etmedi. Osman da Rebeze’ye gitmesini emretti.”
İbn-i Kesir şöyle devam ediyor: “Rebeze’ye gitmek için onun kendisinin, Osman’dan izin istediğini söylüyorlar. Çünkü diyordu ki Resulullah (s.a.a) bana şöyle buyurdu: “Medine’nin genişleyip, sınırlarının Sal’ denen yere ulaştığını gördüğünde, Medine’yi terk et.” Şimdi Medine büyüyüp Sal’a ulaşmıştır. Böylece Resulullah’ın (s.a.a) emrine uyarak Medine’yi terk etmeliyim.”
Osman, onun bu talebini kabul etti. Hicretten sonra göçebe olmasın diye de ara sıra Medine’ye uğramasını emretti. Böylece Ebuzer, ölümüne kadar Rebeze’de ikamet etti ve hicretin 32. yılında vefat etti.[81]
İbn-i Kesir’ in Sözlerinin Değerlendirilmesi
İbn-i Kesir’ in naklettiği konular bir kaç yönden tartışmalıdır:
1- Ebuzer’in, mal toplamaya muhalif olma iftirası, yeni bir iftira değildir. Çok eskiden beri bu iftira ona yapılıyordu. Bazı muasır Sünni yazarlar, işin boyutunu, bu Allah ve Resül dostunu bir Sosyalist olarak tanıtma küstahlığına kadar götürmüşlerdir ki bir kaç sayfa sonra bu konudan bahsedeceğiz.
2- Ebuzer’in kendi isteğiyle Rebeze’ye gitme meselesi önceden de değindiğimiz gibi küllüyyem asılsız ve yalandır. Osman’ın cinayetini ört bas etmek için çıkarılmıştır. Geçmiş sayfalarda da naklettiğimiz gibi tarihi belgeler Osman’ın, Ebuzer’i zorla Rebeze’ye sürdüğüne şahitliketmektedir. Çünkü Ebuzer’in sürgün olayında Ali (a.s) kaç kişiyle beraber onu uğurladılar. Bu durum Osman’a ağır gelmiş ve Hz. Ali’yi (a.s) de sürgün ile tehdit etmiştir.
Buna ilaveten Ebuzer gibi birisinin İslam merkezini terk edip sahrada ikamet etmeyi seçmesi nasıl kabul edilebilir.? Aksine Ebuzer, kendisini hicretten sonra sahraya sürmesinden dolayı Osman’ı şikayet ediyordu.
3- İbni-i Kesir’in Ebuzer’in diliyle Resulullah’tan (s.a.a) naklettiği “Medine büyüyüp Sal’a bölgesine kadar genişlediğinde o şehri terk et”rivayeti, Taberi’nin rivayetidir. Onun da ravilerinin güvenilir olmadıklarını geçmiş sayfalarda belirtmiştik. Artık böyle bir rivayetin değerini ne olduğunu açıklamaya bile gerek yoktur.[82]
4- Hepsinden daha gülünç olanı da Osman’ın, Ebuzer’e bazen Medine’ye uğramasını ve göçebe olmamasını tavsiye etmesidir!
Bu cümle de Sal’ konusuna değinen rivayetin bir parçası olarak nakledilmiştir. Onun da itibarsızlığını söylemiştik zaten. Açıktır ki bu söz, Ebuzer’in sözünün etkisini yok etmek için söylenmiştir. Ebuzer şöyle demişti: “Osman, beni hicretten sonra göçebe yaptı.”
Buna ilaveten Ebuzer’in, hicretin 30. yılında sürüldükten sonra vefat yılı olan 32. yıla kadar Osman’ın emrine uyarak Medine’ye uğradığını hiç bir tarihçi nakletmemiştir!
Ebuzer Bir Sosyalist miydi?
Resulullah’ın (s.a.a) mücahit sahabesine yapılan iftiralardan birisi de onun sosyalist düşünceler taşıdığıdır. Bu iftira da yeni bir şey değildir. Eskiden beri Osman’ın yandaşları, onu savunmak için Ebuzer’e bu iftiraları atmışlardır. Bazı tarihçiler de bu konuya değindikleri için bunu biraz açmamız uygun olur. Bu lekeyi Ebuzer’e sürenler tarihten bir kaç delil getirmişlerdir. İşte onların delilleri ve cevaplarını zikrediyoruz:
1- Ebuzer’e bu lekeyi süren ilk kimse Ebu Cafer Taberi’dir. Daha sonra İbn-i Kesir Dimeşki de bu konuyu Taberi’den alıp bir şeyler eklemiştir. Taberi’nin naklinin özeti şöyledir:
Ebuzer, Medine ve Rebeze arasında göçebe olmaması için git gel yapıyordu. Bir gün Osman’ın toplantısına varıp ona şöyle dedi: “Zenginlerin fakirleri ezmesine karşı çıkmakla yetinmeyip, fakirlere bizzat yardım ve iyilik yapmanız gerekir. Sonra zekat veren kimseler de iyidir ki sadece bununla yetinmeyip, komşulara ve mu’min kardeşlerine de iyilik yapsınlar.”
Kâ’b-ul Ahbâr dedi ki: “Zekatını veren kimsenin malında artık kimsenin hakkı kalmaz.”
Ebuzer, Kâ’b’ın cevabına çok kızıp, asasıyla başına vurarak, onun başını kırdı.
Sosyalizm mi Yoksa Allah Yolunda İnfak Mı ?
Bu konu senet ve metin yönünden kabullenilemez. Çünkü bunun râvileri itimat edilmez beş kişidir ki geçmiş sayfalarda onların hakkında bahsetmiştik. Bu rivâyetin muhtevası da Ebuzer’in sosyalist bir düşünce taşıdığına delil gösterilemez. Çünkü onun zekattan sonra infaka davet etmesi, sünnet bir şeye davet etmekti. Nitekim “İyidir” kelimesiyle beyan edip, “farz” tabiri kullanmaması bunu açıkça göstermektedir. Bu tabir de onun bir sosyalist düşündüğünü kesinlikle göstermez.
Bu kitabın geçmiş sayfalarında “El-Emval” kitabından naklettiğimiz rivayet Ebuzer’in görüşünü tasdik etmektedir. Şüphesiz müslümanların malında farz kılınan hukuka ilaveten, komşularına, yakınlarına, din kardeşlerine yardım yapması sünnettir. Bu, sünnete uyan kimsenin, eşitlik istediğine delil olmaz. Taberi ve İbn-i Kesir’e göre Ebuzer’in, ihtiyaçtan fazla malı olana karşı oluşu,[83]onların bu olaydan çıkardıkları şahsi bir görüştür.[84]
2- Ebuzer’e sosyalist diyenlerin diğer delilleri de şu hadisedir.
Bir gün Osman etrafındakilere sordu: “Malının zekatını verdikten sonra, yine de başkalarının hakkı var mıdır?”
Kâb’ul Ahbar : “Hayır” dedi.
Ebuzer, asayı onun göğsüne vurarak, Bakara suresinin 177. ayetini okudu.
Bu olay da Ebuzer’in sosyalist olarak düşündüğünü göstermez. Çünkü istinat edilen ayette bir takım insani ve hukuki haklar zikredilmektedir ki Sosyalistler onları kesinlikle kabul etmemektedirler.
Ayet-i kerimede beyan olunan malî hakları verebilmek için insanın onlara sahip olması gerekir. Ama malik olma ve sahiplenme olmadıktan sonra fakir ve fukaralara zekat vermenin bir anlamı kalmaz, oysa sosyalist düşüncede olanlar malikiyet olayına inanmamaktadırlar.
Öte yandan ayetin tefsirinde gelen bir çok hadis, zekata ilaveten müslümanların mallarında bir takım müstehap hakların da bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre Ebuzer’in görüşü Kur’ân, Sünnet ve sahabenin naklettiği hadislere mütabık bir görüştür, başka bir şey değildir.
3- Bunların üçüncü delilleri de Ebuzer ile Kâ’b’ın arasında geçen tartışmadır. Abdurrahman bin Af öldüğünde geride korkunç bir servet bırakmıştı. Kâ’b, onun hakkında olumlu konuşup “Allah ona dünya ve âhiret hayrını vermiştir” deyince, Ebuzer, ona şöyle dedi: “Ey Yahudi tohumu! Bu kadar mal ve servet miras bırakan birisini rahmetle anıyor ve Allah’ın ona, dünya ve ahiret saadeti vereceğini mi sanıyorsun ki onun için bu kadar ümitleniyorsun?”
Şüphesiz Ebuzer’in itirazı Abdurrahman ve onun gibi hiçbir şeye sahip olmazken onca mal mülkü nasıl topladıklarınaydı; öyle ki öldükten sonra külçe altınları baltayla parçalayıp, varislerin arasında taksim etmekten baltacıların elleri kabarmıştı! Servetinin sekizde biri dört hanımı arasında taksim edildiğinde, her birine seksen bin dinar düştü!
O, bu serveti ticaret, ziraat veya fabrikalarından elde etmemişti. Müslümanların Beyt-ul malından alınan, halife tarafından bağışlanan mallar idi bunlar.
Buna göre Ebuzer’in itirazı böyle servetler içindi. Bu, bütün mal sahipleri hakkında aynı görüşü benimsediğine delil teşkil etmez
Böyle büyük bir şahsiyet nasıl Sosyalist olabilir? O, Allahın Resulü’yle onca yıl beraber olup gece gündüz O’ndan fezy aldığı halde, zekatın hangi mala geldiğini ve zekat vermek için en azından nisab haddi kadar mal sahibi olmak gerektiğini bilmiyor muydu?!
O, halifeyi Allah’ın kitabına uymaya davet ediyor ve “Onların malından zekat al” ayetini okuyordu.
O, devamlı Osman’ı, Resulullah (s.a.a) ve iki halifeye uymasını hatırlatıyordu. Resulullah’ın (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer’in uygulamaları sosyalist düşüncelere mi dayanıyordu ki Ebuzer’inki de öyle olsun? Ebuzer bu sözleriyle, Osman’ı, Beyt-ul malı taksim etmede Resulullah’a (s.a.a) uymasını ve bu adaletsizlik ve ölçüsüzlükleri terk etmesini istiyordu.
4- Ebuzer’i sosyalist bilenlerin diğer bir delilleri de daha önceki sayfalarda belirtip değerlendirdiğimiz Kenz ayeti üzerinde Muaviye ile olan tartışmasıdır. Ama Buhari’den naklolunan bu tartışma da buna delil olamaz. Çünkü bu ikisinin ihtilafı ayetin muhtevası üzerinde değildi. Zira her ikisi de ayetten malların bir miktarının fakirlere verilmesi gerektiği husunda hemfikirlerdi. İhtilaf bunun kapsamındaydı. Müslümanları da kapsıyor mu, yoksa sadece Ehl-i kitaba mı mahsustur? Muaviye altın ve gümüşü yığmanın Ehl-i kitaba haram olduğunu savunuyordu. Ebuzer ise, bu konuda müslüman veya gayri müslüman olanlar arasında bir fark olmadığını ve her ikisini de kapsadığını iddia ediyordu.
5- Diğer bir delilleri ise Ebuzer’in, müslümanların malını, Allah’ın malı bilmesidir.
Bu sözün cevabı şöyledir:
1- Ebuzer, sadece Beyt-ul malı “Malullah” biliyordu ve şahsi mülkiyetleri kabul ediyordu. Muaviye, yeşil sarayı yaptırdığında Ebuzer ona şöyle dedi: “Bu saray eğer Beyt-ul maldan yapılmışsa, müslümanlara hiyânet etmişsin ve eğer kendi şahsi malından yaptırmış isen israf etmişsin.” O, bu sözüyle malı açıkça ikiye ayırmıştır ve de hiyanet ve israftan men etmiştir; asıl tasarruf hakkından değil. Halbuki eğer Ebuzer, sosyalist olsaydı, asıl tasarrufundan men ederdi.
Buna ilaveten, Muaviye ona üç yüz dinar yolladığında şöyle dedi: “Eğer bu para bu yıl benim Beyt-ul maldan kesilen hakkım ise kabul ediyorum. Yok eğer hediye ise benim ona ihtiyacım yoktur.”
Böylece o, malı iki kısma bölerek, bir kısmının Beyt-ul mal olduğunu ve emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker yaptığı için kesmişlerdi. Diğer bir kısım da şahsi malıdır ki başkalarına hediye verilebilir.
İnsanın kendi malı olmayan bir malı başkalarına nasıl hediye verebilir? Bunun için sosyalist düzende hediye ve bağış yoktur. Çünkü kimse mal sahibi değildir. Ancak herkes çalıştığı iş karşılığında veya ihtiyacı kadar devletten maaş alabilir.
2- Ebuzer’in Beyt-ul mala “Allah’ın malı” demesi Resulullah’a (s.a.a) uyduğundandır. Öyle ki Resulullah da şöyle buyurmuştur: “As’ın çocukları otuz tane olduğunda Allah’ın malını kendilerine çekip, birbirlerine devredecekler.”
Ömer bin Hattap da Beyt-ul malı Allah’ın malı diye adlandırıyordu. Ebu Hureyre, Bahreyn valiliğinden ayrılıp, aşırı servetle Medine’ye geldiğinde Ömer, ona şöyle dedi: “Ey Allah’ın ve kitabının düşmanı, Allah’ın malını çaldın değil mi?”[85]
Emir-ül Müminin Ali (a.s) da defalarca hutbelerinde Beyt-ul malı, Allah’ın malı diye adlandırmıştır.
Örneğin Nehc-ü Belağa’nın “Şıkşıkıye” hutbesi diye meşhur hutbesinde şöyle buyuruyor: “…Osmanın yakınları elele vererek bahar otları yiyen develer gibi Allah’ın malını yediler.”[86]
Diğer bir hutbede de şöyle buyurmuştur: “Eğer Beyt-ul mal benim şahsi malım olsaydı, onu müslümanların arasında eşit bir şekilde taksim ederdim ve kimseyi birbirinden ayırt etmezdim, kaldı ki bu mal, Allah’ın malıdır.[87]
Yine diğer bir hutbede şöyle buyuruyor: “…Ama beni üzen şudur ki bu ümmetin yönetiminin akılsız ve fasit insanların eline düşüp Allah’ın malını kendilerine alıp elden ele dolaştırmalarından korkuyorum…”[88]
İşte görüldüğü gibi Beyt-ul mala “Allah’ın malı” denmesi yeni ve sadece ebuzerin icadı olan bir şey değildi ve bizzat Allah Resulü’nün zamanından beri İslam toplumunda yaygın bir tabirdi.
Peygamber Aşığı
Hicret’in 9. yılının Recep ayıydı. Resulullah (s.a.a) Müslümanlara, İslam sınırlarına tecavüz eden ve İslam’ı yok etme talaşında olan Rumlarla savaşmak için hazırlanmalarını emretti. Müslümanlar zor günler yaşıyordu ve havaların en sıcak ve yakıcı günleriydi. Müslümanlardan bazıları çeşitli bahanelerle savaşa katılmakatan çekindiler. Resulullah (s.a.a) ve vefalı yareni Medine’den hareket ettiler. İslam ordusu ilerledikçe, sıkıntılarda artıyordu. Birisi ordudan geri kaldığında kaldığında müslümanlar Resulullah’a gelerek bunu haber veriyor, Allah Resulü de cevaplarında şöyle buyuruyordu: “Bırakın onu; eğer onda bir hayır olursa, Allah çok geçmeden onu size ulaştırır. Eğer onda bir hayır yoksa, Allah sizi ondan kurtarmıştır.”
Bir ara ordunun arkasından bakanlar Ebuzer’i de görmediler ve şöyle söylenmeğe başladılar: Ebuzer-i Gıfâri de geri kaldı. Galiba geri dönmek niyetinde. Resulullah’a gelerek durumu haber verince Allah Resulü bu sefer de aynı soğukkanlılıkla sözünü tekrarladı: “Bırakın onu; eğer onda bir hayır olursa, Allah çok geçmeden onu size ulaştırır. Eğer onda bir hayır yoksa, Allah sizi ondan kurtarmıştır.”
Ebuzer’in zayıf ve yaşlı devesi, güçlükle yürüyebiliyordu. O başkalarından geri kalmamak istiyordu, ama bu mümkün olmuyordu. Ve bilahare deve artık tamamiyle durmuş, hareket edemiyordu. Ebuzer her ne pahasına olursa olsun deveyi yerinden kaldırmaya ve yürütmeğe çalıştıysa da buna muvaffak olamadı. Çbalarının faydasız olduğunu görünce, mecburen deveden indi ve yükünü omuzlarına alarak yola düştü. Ordu epeyce uzaklaşmıştı. Ebuzer hızlı adımlarla ilerlemeğe çalışıyordu; ama başaramıyordu; yorgundu; susuzluk ve sıcaktan bitkin düşmüştü. Omuzundaki ağır yükü de bir başka problemdi. Zaman geçtikçe Ebuzer ile ordu arasındaki mesafe de açılıyordu. Bir süre sonra ordu artık görünmez oldu. Görünen tek bir şey vardı, o da uçsuz bucaksız kurak bir çöldü. Çevresine bakındı; epey ötede bir dağ ve dağın üzerinde birkaç parça siyah bulut vardı. Ebuzer dağa ulaşıp bulutların gölgesinde biraz dinlenmek için ve belki orada biraz su da bulma ümidiyle oraya doğru hareket etti.
Dağa vardığında yerin yaş olduğunu gördü. Evet yanılmıyordu. Biraz önce yağmur yağmıştı. Biraz su bulabilmek için gezinmeğe başladı; ancak görünürlerde su diye bir şey yoktu. Tan umudunu kesmek üzereydi ki, büyük bir taşın üzerindeki çukurlukta, yağmur suyunun biriktiğini gördü. Su çok temiz ve berraktı.
Ebuzer’in gözlerinde şimşekler çaktı. Üzerindeki yükü bir kenara bırakarak, yere diz çöktü ve bir avuç su içti. Su Ebuzer’e ferahlık vermişti. Her iki avucuyla bir daha içmek istedi; fakat bir anda Resulullah’ı (s.a.a) ve İslam ordusunu düşündü. Kendi kendine söylenmeğe başladı: “Otuz bin müslüman benim gibi susuzdur. Habibib Resulullah da kesin susuzdur ve içmeye su bulamıyordur. Hayır, ben bu susyu içmeyeceğim ve Peygamber’e götüreceğim. O içmediği müddetçe ben de bu sudan içmeyeceğim.”
Ebuzer vakit kaybetmeksizin yanındaki su kabını doldurarak yola koyuldu. Susuzluktan yanıyordu; ama o gitmeğe karalıydı. O suratle ilerliyor, ama bir türlü orduya ulaşamıyordu.
Güneş batmak üzereydi. Ebuzer, artık orduya ulaşamıyacağını sandığı bir sırada, uzakta bir karartı gözüktü gözüne. Adımlarını sıklaştırdı; epeyce ilerledikten sonra O karatının İslam ordusu olduğunu farketti. Ebuzer sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Ordudan da bazıları uzaktan bir karatının kendilerine doğru ilerlediğini farketmişti. Ama mesafe uzak olduğu için, onun Ebuzer olup olmadığı belli değildi. Bunu görenlerden biri Resulullah2ın yanına koşarak: “Ya Resulallah, orduya doğru bir karartı gelmektedir; yaya birisi olsa gerek” dedi.
Allah Resulü (s.a.a) karartıya biraz baktıktan sonra “Bu gelen Ebuzer olsa, ne iyi olur!” buyurdu.
Biraz sonra Resulullah’ın yanındaki birisi sevinçle haykırdı: “Allah’a and olsun ki tâ kendisidir; Ebuzer’dir bu!”
Resul-i ekrem (s.a.a) gelenin Ebuzer olduğunu görünce şöyle buyurdu: “Allah-u Teâlâ Ebuzer’i bağışlasın. O yalnız yaşıyor; yalnız ölecek ve mahşer günü de yalnız kalkacaktır!”
Ebuzer Resulullah’ı görünce bütün yorgunluk ve susuzluğunu unutmuştu; koşar adımlarla ilerlemeye başladı; Allah Resulü’ne ulaştığı sırada susuzluk ve bitkinlikten bayılıp yere yığıldı. Resul-i Ekrem (s.a.a) onun üzerindeki yükü açarak bir kenara bıraktı. Ebuzer’in susuzluktan dudaklarının çatladığını görünce, etrafındakilerden su getirmelerini istedi.
Ebuzer güçlükle gözlerini açarak, çok ince ve zayıf bir sesle “Kendi su kabımda su var ya Resulallah” dedi!
Resulullah hayretle sordu: “Peki suyun vardı da neden içmedin?
Ebuzer güçlükle konuşmaya başladı: “Aman babam sana feda olsun; yolda gelirken biraz su buldum. Sizin de susuz olabileceğinizi düşünerek, onu imeyip size getirdim. Siz içtikten sonra ben de içerim diye düşündüm!!”
İşte Peygamber aşığı Ebuzer ve Peygamber’den sonra ona reva görülenler!
O Yalnız Yaşar; Yalnız Ölür Ve Yalnız…
Allah Resulü’nün Tebûk gazvesinde Ebuzer hakkında söylediği bu söz, tam 23 üç yıl sonra gerçekleşmiş oldu. Tek suçu hak ve hakikati söylemek ve adalete davet etmek olan Ebuzer, bu suçundan (!!) dolayı sürgünde bulunduğu Rebeze çölünde, günden güne bedenî gücünü kaybederek yatağa düştü. O, artık iniş-yokuşlarla dolu ömrünün son saatlerini geçiriyordu. Vefalı eşi bir taraftan onun nurlu ama çilekeş simasına bakarak ağlıyor; bir taraftan da kocasının alnından akan ter damlalarını siliyordu. Ebuzer sordu: “Neden ağlıyorsun?”
-Çünkü sen ölürsen şimdi, seni kefenleyecek bir elbise bile yoktur yanımda!
Güneşin ufuktaki batışı gibi hüzün dolu bir tebessüm sardı dudaklarını ve şöyle dedi vefalı eşine:
-Sakin ol; ağlama. Ben bir gün bir grup sahabiyle birlikte Allah Resulü’nün (s.a.a) huzurundaydım. Resulullah yüzünü bize çevirerek şöyle buyurdu: “Sizden birisi, bir çölün düzünde, insanlardan uzak bir şekilde ölecek ve bir grup mu’min (gelerek) onu defnedeceklerdir.” O gün o toplantıda bulunanların hepsi, insanların bulunduğu ve yaşadığı yerlerde dünyadan göçmüşlerdir. Onlardan henüz yaşayan bir tek ben kalmışım; bu yüzden Allah Resulü’nün haber verdiği kimse, hiç şüphesiz benim. Ben öldükten sonra, Irak hacılarının yolu üzerinde otur; çok geçmeden mu’minlerden bir grup gelecektir; benim ölümümü onlara heber verirsin.
Eşi “Artık kervanların geçme zamanı sona ermiştir” deyince, şu cavabı verdi Ebuzer: “Sen yolu gözetle; Allah’a and olsun ki ne ben yalan söylüyorum, ne de bana heber veren kimse yalan söylemiştir.” İşte bu Ebuzer’in son cümlesiydi; bunu söyledikten sonra, aziz ruhu melekut âlemine göçüp gitti.[89]
Evet, Ebuzer’in söylediği gibi, çok geçmeden, Abdullah bin Mes’ud, Hucr bin Adiyy ve Mâlik-i Eşter gibi büyük şahsiyetlerin de içinde bulunduğu bir kafile uzaktan belirdi. Onlar yaklaştıklarında, ilginç bir manzarayla karşılaştılar. Abdullah dikkatle baktığında, cansız bir bedenin yerde yattığını ve yanında da yalnız bir kadın ve çocuğun ağladığını gördü.
Abdullah binitinin yularını onlara doğru çevirdi; kafile de onu takip etmeğe başladı. Abdullah yakından cansız bedeni görünce şaşırıp kaldı; bu dostu ve İslam’daki kardeşi Ebuzer’di!
Gözlerinin yaşarmasına engel olamadı. O pak bedenin baş ucunda durdu. Aniden Resulullah’ın Tebûk seferinde onun hakkında buyurduğu sözü hatırladı ve şöyle dedi: “Evet, Allah Resulü doğru söylemiştir; sen yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız dirilirsin mezarından!”
Daha sonra Abdullah, onun mutahhar bedenine namaz kıldı ve beraberce defnettiler Ebuzer’i. Defin işlemlerinin ardından, Mâlik-i Eşter onun mezarının başında durup şöyle dedi: “Allah’ım, bu, Resulullah’ın dostu, arkadaşı Ebuzer’dir. O ömür boyu sana ibadet etti. Senin yolunda müşriklerle cihad etti ve hak yolunu takip etmede asla şaşmadı. Ancak dili ve kalbiyle fesat ve münkerle mücadele ettiği için, zülme, haksızlığa, mahrumiyet ve tahkire uğradı. Sürgün edildi ve bilahare gurbet ve yalnızlık diyarında can verdi!”[90]
Allah’ın selamı, rahmet ve berekatı ona ve hak ve hakikat yolunun bütün sâdık yolcularına olsun. Amin!
[1]– Hilyet- ul Evliya, C.1, S.157; Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.220
[2]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.224-225, Az bir farkla El-İsabe, C.4, S.63-64 ve El-İstiab, C.4, S.62- 63′ de naklolunmuştur.
[3]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.223
[4]– Tabakât-ı İbn-i sa’d, C.4, S.224; Üsd-ül Gabe, C.1, S.30, El-İsabe, C.4, S.64; El-İstiab, C.4, S.62
[5]– Vakı-a / 10-11
[6]– Hadid/ 10
[7]– Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.158-159; Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.225; El-İstiâb, C.4, S.63 ; El-İsâbe, C.4, S.64; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.228
[8]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.223
[9]– Ed-Derecâr-ür Rafia, S.237
[10]– İhticac-i Tabersî, C.1, S.830 ve az bir farkla Kâmus-ur Ricâl, C.2, S.448’de naklolunmuştur.
[11]– Tarih-i Yakubî, C.2, S.161
[12]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.228 ; Üsd-ül Gabe, C.1, S.301; Ricâl-î Keşşî, S.28; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.231
[13]– Ed-Derecâr-ür Rafia, S.236; Kâmus-ur Ricâl, C.2, S.454
[14]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.228; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.231
[15]– Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.162; Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.229
[16]– Ricâl-î Keşşî, S.30; Kâmus-ur Ricâl, C.2, S.448; Ed-Derecât-ur Rafia, S.241
[17]– Kâmus-ur Ricâl, C.4, S.446; Ed-Derecât-ur Rafia, S.235; Usul-ül Kâfî, C.S.587
[18]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.235
[19]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.229; Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.160
[20]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.4, S.230
[21]– Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.160
[22]– Tabakât-ı İbn-i sa’d, C.4, S.236
[23]– Tabakât-ı İbn-i Sa’d, C.1, S.186
[24]– Sire-i İbn-i Hişam, C.2, S.57
[25]– Ensâb-ül Eşrâf, C.5, S.27; El-İstiab, C.1, S.316; Üsd-ül Gabe, C.1, S.34
[26]– El-İstiab, C.1, S.317
[27]– Müstedrek-i Hakim, C.4, S.479
[28]– El-İsabe, C.1, S.345; Üsd-ül Gabe, C.1, S.34
[29] Üsd-ül Gabe, C.2, S.34; El-İsabe, C.1, S.317
[30] Tarih-i Yakubi, C.2, S.154
[31] Tarih-i Yakubi, C.2, S.158
[32] Ensâb-ül Eşrâf, C.5, S.28
[33] El-Maarif, S.64; İkd-ü Ferid, S.64; Şerh-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
[34] Maarif, S.64; Ensab-ul Eşraf’ Belâzurî, C.5, S.28
[35] El-Kamil-u Fi’ttarih, C.3, S.38
[36] Tarih-i Yakubi, C.3, S.50
[37]– ‘El-Mearif’ İbn-i Kuteybe, S.64; İkd-ül Ferid, C.4, S.65; ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
[38]– Tarih-i Yakubi, C.3, S.50; İkd-ül Ferid, C.4, S.65; ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
[39]– ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.199
[40]– Ensab-ul Eşrab, C.5, S.28
[41]– ‘El-Mearif’ İbn-i Kuteybe, S.64; İkd-ül Ferid, C.4, S.65; ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
[42]– Ensab-ul Eşraf, C.5, S.28
[43]– ‘El-İkd-ül Ferid’, C.4, S.65; ‘El-Maarif’ İbn-i Kuteybe, S.64; ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.2, S.158
[44]– Tarih-i Yakubi, C.2, S.158
[45]– ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.199
[46]– Nehc-ül Belağa, 67. Mektup
[47]– Sünen-i Beyhaki, C.6, S.348
[48]– Rahmetli Allame Emini bu servetlerin tarihi kaynaklarını değerli kitabı El-Gadir, C.8, S.293’te nakletmiştir.
[49]– Nehc-ül Belağa, 3. Hutbe
[50]– ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.269
[51]– Tevbe/34
[52]– Ed-Derecâr-ür Rafia, S.242 ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.3, S.54
[53]– Bakara /177
[54]– Muruc-uz Zeheb, C.2, S.345
[55]– Ed-Derecât-ür Rafia, S.243; ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.3, S.54
[56]– Umdet-ul Kari, C.4, S.291; El -Gadir, C.8, S.333′ ün nakline göre.
[57]– Ed-Derecâr-ür Rafia, S.243; ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.257- 258
[58]– ‘Muruc-uz Zeheb’, C.2, S.349; ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.358; Ed- Derecat-ul-Rafia, S.244
[59]– Cundeb kelimesinin musağğarıdır. Arap dilinde karşıdakini tahkir etmede kullanılır.
[60]– Ed-Derecat-ul Rafia, S.244- ‘Şerh-i Nehc-ül Belağa’ İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.258
[61]– 2- kg
[62]– Resulullah’ın “Gökyüzü altında ve yeryüzü üzerinde Ebuzer’den daha doğru konuşan birisi yoktur” sözüyle halifenin onun hakkında söylediğini bir mükayese edin ve ortaya çıkan vahim tabloya bakın!!…
[63] Ed-Derecat-ür Rafia, S.245; Şerh-i Nehc-ül Belağa (İbn-i Ebil Hadid), C.8, S.260
[64] Muruc-üz Zeheb, C.2, S.350
[65]– “Şerh-i Nehc-ül Belağa” İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.252; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.248
[66]– Muruc-üz Zeheb, C.2, S.350; Ed-Derecat-ul Rafia,, S.249
[67]– Sahih-i Buhari, C.1, S.107, Zekat babı, Mısır baskısı.
[68]– El-Kamil, İbn-i Esir, C.3, S.56; ‘El İtkan Fi Ulum-il Kur’an’da Kur’an’ın toplanmasını hicretin 25. yılı olarak yazmıştır.
[69]– Ensab-ul Eşraf, C.5, S.55
[70]– Ensab-ul Eşraf, C.5, S.54
[71]– Ensab-ul Eşraf, C.5, S.54; Yakubi de bu olayı az bir farkla kendi kitabında, C.2, S.163’te nakletmiştir.
[72]– Ensab-ul Eşraf, C.5, S.54
[73]– Tarih-i Taberi,, C.4, S.283, Mısır baskısı.
[74]– El-Gadir,, C.8,, S.335-336
[75]– El-Kamil-u Fit-Tarih, C.3, S.55
[76]– Şerh-i Nehc-ül Belağa, C.8, S.262
[77]– Ensab-ul Eşrab,, C.5,, S.24
[78]– Tarih-i Yakubi,, C.2,, S.153
[79]– Tarih-i Yakubi,, C.2,, S.163; Kamil-i İbn-i Esir,, C.3,, S.43; Tarih-i Hulefa, S.155
[80]– El-Gadir, C.8,, S.123
[81]– El-Bidayet-u ve-Nihaye,, C.7,, S.155-165
[82]– El-Gadir, C.8, S.341
[83]– Taberi,, C.4, S.284; El Bidayet-i ve Nihaye,, C.7,, S.155
[84]– İbn-i Hacer kendi kitabı ‘Feth-ul Bari’, C.3, S.218’de bu olayı naklettikten sonra şöyle diyor: “Doğru olan şudur ki, Ebuzer o hükümdar ve halifeyle muhalefet ediyordu ki, kendileri için mal ve servet topluyor, sonra da onu gerekli ve uygun yerlerde harcamıyorlardı.”
[85]– El-Emval-u Ebi Ubeyd, S.269
[86]– Nehc-ül Belağa 3. Hutbe
[87]– Aynı kitap 126. Hutbe
[88]– Nehc-ül Belağa, 62. Mektup
[89]– Üsd-ül Gâbe, C.1, S.302, Tabakat-ı İbn-i Sa’d, C.4. S.233, Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.302.
[90]– Ed-Derecât-ür Rafia, S.252.
Böyle yüce bir zatın hayatını bizlerlen paylaşarak .Yolumuzu aydınlattığınız için Allah hepinizden razı olsun.
çook teşekkür ederim … ödevime çok yardımcı oldunuz
😀
Yardımcı olduysak ne mutlu bize.