Allah’a Neden İnanıyoruz?
Hz. Ali’nin yada 12 İmamların İslami anlayışına göre, inanılması gereken birinci temel konu tevhiddir. Tevhid, alemde var olan herşeyi yoktan yaratan, onlara düzen veren, yada tanzim eden bir gücün varlığına inanmak, O’nu akıl ve düşünce yoluyla bulabilmek demektir. Alevi islami anlayışta, kainatı tanzim eden düzenleyen, planlayan, sistematize eden, adına ALLAH dediğimiz yaratıcıya inanmak birinci temel esas olarak kabul edilir. Bu aynı zamanda genel anlamda insanın varoluşunun ilk aşamalarından itibaren mutlak anlamda çözmesi gereken temel çelişkidir. Ve bu çelişkiyi çözülmesi gereken diğer çelişkiler izler. Ancak kişi yada her insan ilk olarak bu temel çelişkisini çözmek yani kainatı yaratan bir gücün varolup olmadığı, sorununa kendi aklıyla cevap vermek zorundadır. Bu temel sorun çözümlendiğinde kişi çözümünün bu noktasından hareketle, bunu izleyen diğer sorunların çözümüne girişmelidir. Bu sorun çözümlenmeden, yada yanlış tercih yapılması durumunda, kişinin diğer tüm çözümlemeleri temelde yanlış bir zemin üzerine oturacağından kişi hayatın anlamını, insanın hedefini keşfetme konusunda açmazlara düşecektir ki, buda hayattan alacağı tadı almasına engel olacaktır. Daha kötüsü insan varlık serüveninin diğer aşamalarında da, yani berzah, mahşer, ve ahiret aşamalarında da sıkıntılarla karşılaşacaktır.
Allah inancının keşfedilmesi sorunuyla ilgili olarak, gözlem ve muhakeme esasıyla ilgili olarak aşağıdaki örnekleri verebiliriz.
1-Güneş Sisteminin gözlemlenmesi:
Örneğin, kendi güneş sistemimizi gözlemleyelim. Bir an için uzayın güneş sisteminin dışındaki başka bir yerinde konumlanarak, güneş sistemine bakalım, NE GÖRÜYORUZ? Bilimsel verilere dayanarak, şunları gördüğümüzü söyleyebiliriz; Ortada bir güneş, yada alev topu, yada yanan bir ateş, yada ısı ve ışık saçan bir kaynak ve çevresinde, hem kendi ekseni etrafında, hemde güneş etrafında, hemde güneşle beraber kainatın içerisinde dönüp duran adına gezegen dediğimiz, kendi çapınca büyük fakat bütüne göre çok küçük maddeler göreceğiz. Bu manzaranın resimlenmesi durumunda göreceğiz ki buradaki tüm hareketler belli bir hızla, belli bir hedefe yönelmiştir. Yani bir uzay bilimci, hangi gezegenin hangi tarihte, hangi pozisyonda olacağını bu hesaplara göre önceden bilebilir. Güncel olması bakımından, bir sonraki güneş veya ay tutulmasının günü ve saati, hatta en iyi nerelerden gözlemlenebileceği şimdiden bilinmektedir.
Şimdi bu noktalardan hareketle, aklını bu gözlemlere göre çalıştıran bir insan kainatta güneş sistemi adıyla adlandırdığımız, bu bölgede BİR DÜZEN, BİR PLAN, BİR SİSTEM olduğunu rahatlıkla söyleyebilir.
2-Dünyanın Gözlemlenmesi:
Bakışımızı güneş sisteminden oradaki mavi gezegen yada dünya dediğimiz, kütleye çevirdiğimizde, bu gezegenin dış yüzeyinde yada etrafında, adına bilimin atmosfer dediği bir takım tabakalar olduğunu göreceğiz. Dikkat edilirse, veya bilimsel bir incelemeye tabi tutulursa, bu tabakaların aslında koruyucu özellikler taşıdığıda saptanacaktır. Gözlemlendiğinde bu tabakaların dünyada yaşam için uygun olan bir takım ısı ve ışık ayarlarını yaptığını rahatlıkla tesbit edebiliriz. Dahası bu mavi gezegene büyük bir hızla düşen ve muhtemelen zarar verecek olan kitlelerde bu tabakalarca etkisiz hale getirilmektedir. Yani gözlem ve akıl bu noktada da BİR PLAN, BİR DÜZEN, BİR SİSTEM olduğunu tesbit edecektir.
3-Aynadaki Suretimiz:
Bir başka gözlemide aynaya bakarak yapabiliriz. NE GÖRÜYORUZ? Göreceğizki, elips şeklinde ve adına baş dediğimiz, bir şekil ve bu şeklin üzerinde çeşitli organlar var. Dikkat edilirse başımız yada yüzümüz üzerindeki bu organlar yerleri itibariyle son derece özelliklidirler. Mesela; 2 kulak, 2 kaş, 2 göz, birbirlerine simetrik olarak yerleşmişlerdir. Yine burun ve dudaklarda göz ve çene arasına orantılı olarak bulunmaktadır. Yine bu organların şekil olarakta birbirleriyle uyum içerisinde oldukları görülecektir.Tıpkı mevlananın, mesnevisinde dediği gibi; “Yayın eğriliği, doğruluğun ta kendisidir.” Yani kaşların, gözlerin, kulakların, dudakların, çenenin şekil olarak yay benzeri olmaları düşünüldüğünde şekil olarak en uyumlu görüntüyü yansıtmalarına neden olmaktadırlar. Şimdi sadece buradaki gözleme dayanarak dahi aynadaki suretimizde, BİR PLAN, BİR DÜZEN, BİR SİSTEM, olduğunu görüyoruz.
4-Organlarımıza Bakalım:
Vücudumuzun her yanındaki organlarımız hem kendi çaplarında işlevlere sahip olup, hem de hepsi birlikte büyük parçanın işlemesinde rol oynamaktadır. Her bir parçayı ayrı ayrı gözlemlediğimizde ilginç tespitler yapabiliriz.
Nefes borusuyla, yemek borusunu ayıran küçük bir et parçası vardır. Nefes aldığımızda yada konuştuğumuzda bu et parçası kendiliğinden harekete geçerek yemek borusunu kapatır. Yada yemek yediğimizde yutma esnasında bu et parçası yemeğin nefes borusuna kaçmaması için nefes borusunu kapatır. Bu küçük parçanın bu işlevleri bizden hiç komut almaksızın kendiliğinden yapması bu noktada da BİR SİSTEMİN, BİR PLANIN, BİR DÜZENİN varlığını göstermektedir. Hatta buna müdahale edersek bu sistem bozulmaktadır. Yani yemek yerken, konuşmaya çalışırsak yemeğin nefes borusuna kaçma ihtimali vardır. Yani öyle bir mekanizma ki bizi bize rağmen korumaya çalışıyor.
Kalbimizi gözlemlediğimizde bu küçük et parçasının herhangi bir dış destek almaksızın almaksızın sürekli kasılmalarla vücudumuza kan pompaladığını görürüz. Pilsiz, bataryasız, jenaratörsüz bu işlevi yapan organımızın işleyişininde BİR PLAN, BİR DÜZEN, BİR SİSTEM dahilinde olduğunu görüyoruz.
Sindirim sistemimize göz atalım. Herhangi bir yemeğin vücudumuza girdiği ilk andan itibaren son derece muntazam bir takım işlerin olduğunu görüyoruz. Yemek önce, çene kemiğindeki dişler vasıtasıyla parçalanıyor ve dişler bu konuda son derece işlevsel rol oynuyor. Bu esnada biz isteyelim veya istemeyelim, ağızda birtakım salgılar oluşuyor ve yediğimiz yemek bir takım kimyasal etkilere maruz kalıyor. Yutkunma yada kasılma hareketiyle çiğnediğimiz parça, yemek borusuyla mideye iletiliyor. Yine midede irademiz dışında bir takım enzimler, salgılar vasıtasıyla kimyasal bir yığın işlem oluyor. Yediğimiz yemeğin her bir parçası değerlendiriliyor. Gerekli organlara naklediliyor. Ve sonuçta işe yaramaz kısım sindirim organları tarafından vücudun dışına atılıyor. Hatta bazı parçalar, daha ağızdayken çiğneme esnasından gerekli organlara iletilebiliyor. Yani bu olayın detayları incelendiğinde açıkca görülecektir ki, burada da BİR PLAN, BİR DÜZEN, BİR SİSTEM vardır.
Hücrelerimize bakalım. En küçük yapı taşlarımızdan olan hücreler, incelendiğinde bunların içerisinde yer alan parçaların biz istesekte istemesekte, bilinçli bir şekilde hareket ederek vücudumuzu koruduğunu görebiliriz. Vücudumuza her hangi bir şekilde giren, yani derideki, kemikteki, burun yada ağızdaki koruyucu sistemleri atlatarak içimize yerleşen, adına virüs yada mikroorganizma dediğimiz ve çoğalıp hastalık yapan ve vücudun işleyişine zarar veren cisimleri sözkonusu bu hücredeki bazı elemanların çevreleyerek, kuşatarak yok ettiklerini görürüz. Buradan da anlaşılacağı gibi, vücudumuzun dış yüzeyinden başlamak suretiyle hücrelerimize kadar vücudumuzun korumaya yönelik bir savunma ağının olduğunu gözlemleriz. Burada da tıpkı dünyanın çevresini saran koruyucu katmanlar türünden planlı, sistemli, düzenli savunma mekanizmasının olduğunu görürüz.
Sinir sistemi ve Kan dolaşım ağına bakalım. Büyük bir metropolü gözlemlediğimizde bu şehirde bazı ana merkezlere bağlı olarak işlev yapan su ve elektrik şebekesinin yada hatlarının olduğunu görürüz. Bunlar planlamacılar tarafından en etkin, en uyumlu çalışacak şekilde dizayn edilmişlerdir. Nereden çıkıp, nerelere, nasıl gideceği, nerelerden geçeceği en ince ayrıntılarıyla uzmanlar tarafından hesaplanmıştır. İşte içimizde de tıpkı bu şehirdeki su ve elektrik şebekelerine benzer sinir hücreleri ve kan dolaşım ağı vardır. Bunlar vücudun her bir parçasına her an düzenli bir şekilde ulaşmakta, merkezi yerlerle vücudun organları arasında çeşitli alışverişleri sağlamaktadırlar. Hatta sinir sistemi, omrilikteki özel bel kemiği vasıtasıyla özel bir koruma altına da alınmıştır. Yine kan dolaşım sistemide kemik, et ve kaslarla koruma altına alınmıştır. Hatta hücrelerimiz belli ölçülerde kendini yenileme özelliğine sahiptir.
Beynimize bakalım. Dikkat edilirse, bu en önemli organımız, en özel korumaya alınmıştır. Öyleki bu organımız, kafatasının tam ortasında yerleşmiş olup, bütün darbelerden zarar görmeyecek şekilde dizayn edilmiştir.
İç organlarımıza bakalım. Gerek mide, gerek ciğerlerimiz, gerek böbreğimiz, ayrıntılı olarak incelendiğinde bunların her birisinin hem kendi içerisnde, hemde diğer organlarla son derece uyumlu çalıştıkları görülecektir. Yine dikkat edilirse, bunlarında deri ve kas dışında gögüs kafesi dediğimiz bir kemik koordinasyonuyla koruma altına alındığını göreceğiz.
Yani vücudumuzun neresine bakarsak bakalım, baktığımız her yerde BİR PLANIN, BİR DÜZENİN, BİR SİSTEMİN olduğunu görmekteyiz.
5-Hayvanlar Alemine Bakalım:
Sayısını dahi bilmediğimiz bu alemdeki her bir canlıyı ayrı ayrı incelediğimizde tıpkı kendimizi incelerken gördüğümüz koordinasyonu görebiliriz. Dahası her bir canlı türünün de kendine has bir takım özellikleri işlevleri barındırdığını tespit edebiliriz. Mesela: yarasalar; gecenin karanlığında yönlerini rahatlıkla bulabilme özelliğine sahiptirler. Aynı yeşil otu yiyen arı bal üretirken, ipek böceğinde koza, inekte, süt, koyunda et, üretilmektedir. Bazı canlılar kulaklarıyla bizim hiç duymadığımız sesleri algılamakta, bazı canlılar kilometrelerce uzaklıktaki kokuları hassas burunlarıyla algılayabilmektedirler. Bazı canlılarda bu işlevler sarp kayalıklarda yürüyüp, koşup, zıplayarak gözlemlenirken, tavşan türünden bazı canlılar gözleriyle önlerini ve arkalarını aynı zamanda görebilmektedirler. Her canlının kendisine has akıllara hayret veren mekanizması vardır. Mesela; deve; çölde susuzluğa çok uzun süre dayanabilmekte, göz zarının üzerindeki tabakayla gözlerini çöl fırtınalarında bile açık tutabilmekte, uzun kirpikleri sayesinde kum parçalarından korunabilmekte, dudağındaki yarık vasıtasıylada dikensi çöl bitkilerini yiyebilmekte, ayak tabanındaki yastıksı biçim vasıtasıyla yumuşak zemin üzerinde rahatlıkla hareket etmektedir.
Yani hayvanlar aleminin hangi parçasına bakarsak bakalım, her yerde gördüğümüz PLANI, DÜZENİ, SİSTEMİ görmekteyiz.
6-Bitkiler Alemine Bakalım.
Dünyamızda yer alan ve yine sayısını bilmediğimiz bitki türlerinin hangisini incelersek inceleyelim hepsinde de mikro ve makro düzeyde uyum olduğunu görürüz. Burada da son derece koordineli yapılar olduğunu görürüz.
Yukarda sayılan tüm bu gözlemlerimizi, yap boz oyunu (Puzzle) gibi düşünebiliriz. Her bir parçanın kendisine has bir şekli olduğu gibi, her bir parça komşu parçadan başlamak üzere, diğer parçalarla uyum içerisindedir. Ve tüm parçaların birleşimi bize kainatın fotografını vermektedir. Bu noktada söyleyebiliriz ki, mikro ve makro düzeydeki gözlemlemiş olduğumuz tüm parçalar BELLİ BİR PLAN, BELLİ DÜZEN, BELLİ BİR SİSTEM içermektedirler. Sistem hem mikro anlamda hem makro düzeyde çok açık olarak gözlemlenebilmektedir. Yeterki insan bu noktada bağımsız bir akılla, gözlemlere dayanarak, muhakeme etsin. Bunu yapan her insan, akıl kapasitesince bir çok PLANI, DÜZENİ VE SİSTEMİ gözlemleyebilecektir. Bilimsel verilerin artması kişinin bu konudaki şüphelerini bertaraf edecektir.
Temel çelişkiyi çözme noktasında çok önemli bir soruya cevap verme aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Soru şu: EĞER BİR DÜZENDEN, BİR PLANDAN YADA BİR SİSTEMDEN SÖZ EDİYORSAK, BAŞKA BİR DEYİŞLE, MİKRO VE MAKRO DÜZEYDE BİR PLANIN, BİR DÜZENİN, BİR SİSTEMİN VARLIĞINI ŞÜPHEYE YER VERMEYECEK ŞEKİLDE GÖZLEMLEMİŞSEK?
BU PLANI, PLANLAYAN BİR PLANLAYICI
BU DÜZENİ, DÜZENLEYEN BİR DÜZENLEYİCİ
BU SİSTEMİ, SİSTEMATİZE EDEN BİR SİSTEM KOYUCU
OLMALIMIDIR? OLMAMALIMIDIR? PLANLAYICI, DÜZENLEYİCİ VE SİSTEM KOYUCU BİR GÜÇ VARMIDIR? YOKMUDUR?
Sorunun daha kolay anlaşılabilmesi için, tüm gözlemlerimizde hakim olan unsurun PLAN, DÜZEN VE SİSTEM Mİ?, YOKSA KAOS, KARMAŞA VE TESADÜFİLİĞİN Mİ? Olduğuna verilecek cevap bu sorunun cevabı olacaktır. İşte aleviliğin İslami anlayışına göre, bu sorunun cevabı temel kabul ettiğimiz ilk çelişkinin çözümündeki ilk adımdır.Yani bizler bağımsız aklımız ve muhakememizle hareket ederek, kainatın her bir parçasında BİR PLANIN, BİR DÜZENİN, BİR SİSTEMİN olduğunu görüyor ve buradan hareketle, zorunlu olarak BİR PLANLAYICININ, DÜZEN KOYUCUNUN, SİSTEMATİZE EDENİN varlığını kabul ediyoruz. İşte varlığını kabul ettiğimiz, kainatı yaratan ve tanzim eden bu güce, ALLAH diyoruz. Ve onun varlığına inanıyoruz.
Tevhid konusunda atmamız gereken ikinci adım ise; var olduğuna inandığımız, ve adına allah dediğimiz bu gücün, TANIMLANMASI sorunudur. Varlık sorununu çözmek gerekli ve zorunludur ancak yeterli değildir. Var olduğuna inandığımız ALLAH’ı tanımak ve kendi varlığımızla O’nun arasındaki ilişkiyi yada bağı kurmak zorundayız. Bu noktadan hareketle ALLAH’ı tanımak konusunda, ALLAH’ı en iyi tanıyan ve anlayan özel kişilerin çok özel bilgilerine ihtiyaç duymaktayız. Bu kişiler Peygamberler ve Onların Vasileridir. Onlardan öğrendiğimiz, bilgiler çerçevesinde ALLAH’ı tanımak konusunda aşağıdaki bilgileri verebiliriz.
1-ALLAH Cisim Değildir:
Bilindiği gibi cisim yada madde elle tutulan, gözle görülen, kütlesi yada ağırlığı olan, uzayda yer kaplayan, nesnel şeylerdir. Bu anlamda ALLAH’ın cisim olmadığı gerçeğinden hareketle, ALLAH’ı tanıma konusunda bir takım sorularıda çözebiliriz. Mesela:
ALLAH kaç kilodur?,
ALLAH kaç metre boyundadır?,
ALLAH gözle görülürmü?,
ALLAH’ı kim yaratmıştır?,
ALLAH nerededir?,
gibi soruların cevabı rahatlıkla verilebilir. Dikkat edilirse, tüm bu sorular ancak cisimlere veya maddelere sorulabilen sorulardır. Cisim olmayan ALLAH hakkında bu soruların yöneltilmesi, temelden yanlıştır. Soru yanlış olduğunda da doğru cevap verilemeyeceği mantık kuralıdır. Bu çerçevede Allah’ın kilosu, boyu, gözü, yada nerede olduğu ile ilgili sorular cisim olmayan Allah’a yöneltilemez. Zaten bu soruların doğru olduğunu kabul edip, doğru cevapta verebiliyorsak, bu sorunun muhatabının ancak bir cisim olduğu, sorunun muhatabının Allah olamayacağı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Yani bir şeyin nerede olduğunu söyleyebiliyorsak, onu gözümüzle görebiliyorsak, kilosunu ve boyunuda biliyorsak ve onu kimin yarattığınıda, yada onun varlık sebebinide biliyorsak, sözkonusu olan bu şey Allah değildir.
2- Allah İhtiyaçsızdır:
Kainatı yaratan, tanzim eden ve herşeyin kendisine muhtaç bulunduğu güç, mantık gereği, İHTİYAÇSIZ OLMAK ZORUNDADIR. Yine bu önbilginin çerçevesinde birçok sorunun cevabını bulabiliriz. Mesela:
ALLAH’ın kaç gözü vardır?,
ALLAH’ın kaç kulağı vardır?
ALLAH ne kadar hızlı koşabilir?
ALLAH en çok hangi yemeği sever?
ALLAH en çokhangi ibadetimizden faydalanır?
ALLAH’ın kaç çocuğu vardır?
gibi soruların cevabı rahatlıkla verilebilir. Yine dikkat edelirse, tüm bu sorular bir şey yapmak için başka bir şeye ihtiyaç duyanlar için sorulabilir. Ancak varlığı herhangi birşeye bağlı olmayan, eksiksiz, kamil ve mükemmel ve ihtiyaçsız olan, yaratıcı için bu soruların bir anlamı yoktur. Çünkü;
Allah’ın görmek için, göze,
Duymak için, kulağa
İhtiyacı olmadığı gibi, yemek yemek, çocuk edinmek gibi ihtiyaçlardan da beridir. Yine bizlerin ibadetlerine de ihtiyacı yoktur. Yani bu anlamda dünyada yaşamış ve yaşamakta olan tüm insanlar bir araya gelseler, Allah’a zerre kadar faydaları olamaz. Çünkü o ihtiyaçsızdır.
3-Allah’ın Eşi ve Benzeri Yoktur, Tektir:
Allah eşi ve benzeri olmama ön kabulüylede bir ölçüde tanımlanmış olur. Bu anlamda O’na benzediği ifade edilen, iddia edilen tüm yaklaşımlar, geçersiz kalmaktadır. Yani birşeye benzetilmekle tanımlanamaz, tanınamaz ve hiç birşeyde O’na benzetilemez. Bunun doğal sonucu olarak da Allah’ın Tek olduğu, Bir olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada şu soru önemli görülebilir:
Allah kendisi gibi bir Allah daha yaratabilir mi?
Bu anlamda bu sorunun da anlamsızlığı görülecektir. Çünkü böyle bir soruya verilecek olumlu cevap, Allah’ın eşi ve benzeri yoktur hipoteziyle çelişeceğinden, soru havada kalmaktadır. Ayrıca bu soru Allah’ın tekliği ve yaratılmamış olması şeklindeki önbilgilerede aykırıdır.
4-Allah’ın Ol Demesi Yeterlidir:
Allah’ın bir şeyin var olmasını istemesi için, o şeye Ol demesi yeterlidir. Allah’ın ilmi her yeri ve her şeyi kuşatmıştır. Bu anlamda tüm varlıkların varlığı yada yokluğu onları yoktan var eden ilahi iradeye tabidir. Allah’ın ol demesi ve o şeyin olması için Allah’ın bir zaman veya sebebler silsilesi takdir edip, etmemesi kendisine bağlıdır. Yani bir şeyin olması için belli bir zamana ve bazı sebebler zincirine ihtiyaç var ise bu o şeyin oluşumunu Allah’ın bu şekilde irade etmiş olması nedeniyledir.
5-Allah Ebedi ve Ezelidir, Doğmamış ve Doğrulmamıştır:
Allah’ın varlığının başlangıcı olmadığı gibi, Allah’ın olmayacağı bir sonda yoktur. Bu anlamda Allah ilklerin ilkidir, sonların sonudur da diyebiliriz. Yine hep vardı ve hep varolacaktır da denebilir. Bu önkabule de şu soruyla yaklaşabiliriz:
Allah ne zamandan beri vardı?
Kolayca anlaşılabileceği gibi, zaten zamanı yaratan Allah olduğundan, artı yaratılmamış olduğundan ve ayrıca varlığının başlangıcı olamayacağından, dolayı bu soruda kendi içerisinde çelişkilidir.
Yine Allah’ı tanımlama konusunda Allah’ın yaratılmamış olmasına izafeten doğmamış olduğu ve yine ilklerin ilki olmasına ve ihtiyaçsızlığına izafeten doğrulmamış olduğunu söyleyebiliyoruz.
6-Allah Eşyanın İçerisindedir, İçine Karışmaksızın, Allah Eşyanın Dışarısındadır, Dışında Kalmaksızın:
Yine burada Allah’ı tanıma konusunda bir önbilgi sözkonusudur. Allah’ın bilgisi, yada varlığı heryeri ve herşeyi kuşatmıştır, ancak Allah’ı yarattığı şeyin içinde cismani anlamda aramak anlamına gelecek yaklaşımlar yanlış olacaktır. Tıpkı kolumuzdaki saatin içerisini açarak saatçiyi aramak türünden anlamsız bir yaklaşım da bulunmak gibi.
Nech-ül Belaga’da Hz.Ali(as)’den şöyle nakledilmektedir:
Hamd Allah’a ki işlerin gizliliklerini örttü, gizledi; fakat ona bütün gizlilikler aşikar, herşeyden kudretini, san’atını bildiren bir delil eder ızhar; her yanda delilleri berkarar. Gören O’nu göremez; ama görmeyen göz de inkar edemez; nitekim O’’un varlığını ispat eden gönül de onu göremez. Yücelikte en üstündür; O’ndan üstün bir varlık olamaz; yakınlıkta en yakındır; O’ndan yakın bir var bulunamaz. Ne yüceliği, yarattığı bir şeyden uzaklaştırır O’nu; ne yakınlığı yarattıklarıyla eşit eder O’nu. Akıllara sıfatlarını sınırlamayı bildirmemiştir; ama O’nun varlığını, birliğini tanımaktan da onları perdelememiştir. Öyle bir vardır, birdir ki varlık nişaneleri, O’na şehadet eder, inadına inkar edenin gönlü bile varlığını ıkrar eyler. Allah, O’nu yaratıklara benzetenleri, yahut inad edip inkar edenlerin söyledikleri sözlerden yüce mi, yücedir. (N.Belaga-35)
Hamd Allah’a; sonradan O’na bir hal tari olmaz ki ahir olmadan önce evvel olsun, batın olmadan önce zahir bulunsun; O, zevali olmamak üzere her şeyden evveldir, her şeyden ahir, O’ndan başka birlikle vasfedilen her şey azdır, kimsesizdir; üstün denen hir varlık zebundur, acizdir; kuvvetli denen, zayıftır, kuvvetsizdir; birşeye sahip denen, köledir, kuldur. O’ndan başka her bilgi sahibi, bilgisini başkasından elde etmiştir; O’ndan başka her gücü yetenin, gücü yeter de, yetmez de.O’ndan başka her duyan, hafif sesleri duymaz da; çok yüce seslerse kendisini sağır eder, uzaktan söylenenleriyse işitmez de. O’ndan başka her gören, gizli renklere, latif cisimlere karşı kör olur, görmez de. O’ndan başka her görünen görünmemeyi beceremez de; her görünmeyen, görünmeyi başaramaz da. Yarattığını, kudretini sağlamak yüzünden, zamanın sonundan korkmak yönünden, bir benzerinin yardımını dileyerek, bir eşinin emeğini isteyerek, yahut yaptığını istemeyen bir zıdda üstünlük göstererek yaratmamıştır. Fakat bütün yaratıklar, O’nun yarattıklarıdır; O’nun lütfuyla gelişip yetişmededirler; kullardır; O’na karşı alçalmadadırlar.
Eşyaya hulül etmez ki ordadır densin; eşyadan ayrı değildir ki aykırıdır, ayrıdır denebilsin. Yaratmak ağır gelmez O’na; yarattığını tedbir ve tasarruf, yormaz O’nu. Hüküm ve takdirinde şüpheye düşmez; takdiri yerindedir, bilgisi tamdır, muhkemdir, emri mutlaka yerine gelir. Azab eder, kahreder; ama gene de bağışlaması, lütfu umulur. Nimetler verir, lutüflar eder; ama gene de azabından korkulur. (N.Belaga-36)
Hamd Allah’a ki görülmeksizin bilinmiştir; düşünmeksizin yaratıcıdır. Öylesine bir yaratıcıdır ki her an yaratmaktadır, tedbir ve tasarruf etmektedir; her an vardır, kaaimdir, daimdir. Burçları bulunan gökler yaratılmamıştı; büyük kapıları örten perdeler gerilmemişti; kapkaranlık gece kararmamıştı; durgun denizse serilmemişti; geniş yolları olan dağlar dikilmemişti; küçük ve eğri büğrü, şahrem şahrem yollar açılmamıştı; döşenmiş yer yüzü yoktu; güvenç, dayanç sahibi yaratılmış yoktu; gene de O kaaimdi, daimdi. İşte budur, böyledir eşsiz-örneksiz olarak halkı yaratan ve onlardan sonra da bakiy olan; yarattıklarının mabudu olan ve rızıklarını veren. Güneş ve Ay O’nun rızasını dileyerek yürür giderler, her yeniyi yıpratırlar, köhne kılarlar; her uzağı yaklaştırırlar, yakın ederler.
Yaratan, yarattıklarının rızıklarını pay etmiştir; eserlerini amellerini soluklarının sayısını, haince bakışlarını, kendilerinden bile gizledikleri gönüllerinden geçen şeyleri, analarının rahimlerinde konaklayacaklarını, babalarının bellerinden zuhur edeceklerini, zamanların sonuna, çağların nihayetine dek saymıştır, bilmiştir. Öylesine bir mabuddur ki rahmetinin genişliği içinde düşmanlarına olan kahrı, azabı daralmıştır, çetinleşmiştir; kahrının, azabının darlığı, çetinliği içinde dostlarının rahmeti genişlemiştir.
Kendisine karşı üstünlük güdeni kahredicidir; O’nunla savaşa girişeni helak edicidir; O’nunla düşmanlık edeni, O’ndan uzaklaşanı hor hakıyr bir hale kor. O’nunla düşmanlığa girişene üstün olur. Kim O’na dayanırsa O, yeter ona; kim O’ndan dilerse O verir ona; kim O’nun yolunda borç verirse O, öder onu, kim O’na şükrederse O karşılığını verir onun.
Allah’ın kulları, yaptıklarınız tartılmadan siz tartın kendinizi; hesabınız görülmeden siz görün hesabınızı. Boğazınız sıkılmadan önce soluk alın; zorla sürülüp götürülmeden önce ramolun ve bilin ki kim kendisine yardım etmez, öğüt vermezse, kim kendisini korkutmazsa, korkmazsa, başka bir korkutucu ona fayda vermez; başka ögütçünün öğüdü ona tesir etmez.(N.Belaga-38-39)
Hamd Allah’a ki kısmak, vermemek, nimetini çoğaltmaz; vermek ve cömertlikte bulunmak, hayrını lütfunu azaltmaz. Çünkü O’ndan başka her verenin nimeti azalır ve O’ndan başka her vermeyen kötülükte kalır. O’dur nimetlerle kullara bağışta bulunan; O’dur nimetlerin faydalarıyla onları faydalandıran. O’dur ihtiyaçlarından fazla veren, haketmediklerini lütfeden, halk ayali sayılar O’nun, O’dur rızıklarını vermeyi vaadeden; O’dur rızıklarını takdir eyleyen. Kendisine yönelenlerin yollarını, O’nun nimetlerini dileyenlerin hareketlerini apaçık bildirmiştir; belli-beyan anlatmıştır. Kendisinden isteyene karşı ne kadar cömertse o kadar cömertlikte bulunur.
Öyle bir evveldir ki O’ndan önce hiçbir var yoktur; öyle bir ahirdir ki O’ndan sonra hiçbir var yoktur. Gözbebeklerini, zatını görmekten, künhünü anlamaktan aciz kılmıştır.zatına nisbetle bir çağ yoktur ki halden hale dönsün, bir mekanı yoktur ki ordan ayrılıp bir başka yere gitmesi mümkün görünsün. Dağlardaki madenler, ne kadar soluk alıp veriyorlarsa, denizlerdeki sedefler, ne kadar ağız açıp gülüyorlarsa, onların sayısınca gümüş ve altın bağışlasa, inciler saçsa, mercanlar devşirip verse, gene de bu bağış, cömertliğine tesir etmez, katındaki hazineler bitmez; katındaki bütün halkın dileklerine yetecek nimetler öylesine mevcuttur ki tükenmez de tükenmez. Çünkü O öyle bir cömerttir, öyle bir vericidir ki, isteyenlerin istekleri nimetini azaltmaz; ısrarla dileyenlerin dilekleri O’nu nekes kılmaz. Bir bak da gör, Kur’an, O’nun sıfatlarından sana ne bildiriyorsa ona uy ey soru soran, O’nun doğru yolu gösteren ışığı ile ışıklan.
Şeytanın, sana bilmeni teklif ettiği bilgi, kitapta sana farz edilmemiştir; Peygamber’’n sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem, ve hidayete götüren İmamların sünnetinde de eseri belirmemiştir. O’nu bilmeyi, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’a bırak; gerçekten de budur Allah’ın sana yüklediği hak. Bilki bilgide ileri olanlar, o kişilerdir onlar, örtülüp gizlenmiş şeyleri tefsir etmekteki bütün bilgisizliklerini ıkrar ederler de bu ıkrar, onları gizlenmiş şeylerin yüzüne çekilen perdeleri açmak, o perdelerin ardında neler olduğunu bilmek hevesinden alıkor. Yüce Allah da bilgi bakımından kavrayamadıkları, anlayamadıkları şeylerdeki acizliklerini söylemeleri yüzünden onları över ve kühhünden bahsetmeleri emrolunmayan şeylerde derine gitmemelerine, bilgide ileri gidiş adını takar. Artık bu kadarını yeter say; noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın büyüklüğünü aklınla ölçmeye kalkışma; yoksa helak onlanlara katılırsın; sen de onlardan biri olur, kalırsın.
Öyle bir kudret sahibidir ki vehimler, kudretinin sonunu bilmeye atılıp koşsa, vesveselerden arınmış düşünceler, O’nun kudret alemindeki gizliliklere dalıp gitmeye kalkışsa, gönüller, aşka kapılıp sıfatlarının niteliğine ermeye uğraşsa, akıllar, sıfatların da varamıyacağı zatını bilmeye özenip inceden inceye kavramaya çalışsa bile, onları geri çevirir; noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, onları gizliliklerinin kapkaranlık derinliklerine baş aşağı düşmekten kurtarır; onlar da anayoldan çıkıp başka yollara-bellere sapmakla onun zatını bilmenin, düşüncelere dalmakla üstünlüğündeki ululuğu ölçmenin imkanı bulunmadığını anlarlar; bunu da söylerler, anlatırlar.
Öyle bir yaratıcıdır ki kendinden önce bir yaratıcı mabud yoktu ki onun örneğine uysun da yaratsın, onun takdirini örnek alsın. Yaratan O’dur ancak, O’ndan başka yaratıcı yoktur mutlak. Bizlere kudretinin tedbir ve tasarrufunu göstermiştir; hikmetinin eserleri, şaşılacak şeyleri söylemiştir, yaratılmışların O’na muhtaç olduklarını söylemeleri ancak O’nun kudretiyle var olabileceklerini bildirmiştir; aczimiz O’nun kidoretini, noksanımız O’nun kemalini bize tanıtmıştır; O’nu ıkrar etmekten başka bir şey yapamıyacağımızı ızhar etmiştir; eşsiz-örneksiz yarattığı, yoktan var ettiği şeylerde, sanatının eserleri, hikmetinin delilleri belirmiştir; hir yarattığını, varlığına bir tanık, birliğine bir delil kılmıştır. Yarattığı, sussa da yaratıcısının onu tedbir ve tasarrufu bir delildir ki söyler, durur; eşsiz örneksiz yaratıcısına delaleti de öylece durur, kalır.
Tanıklık ederi, bilirim, bildiririm ki seni, yarattıklarının, birbirinden ayrı uzuvları gibi uzuvlara sahip sanıp onlara benzeten, hikmetinle ete, deriye bürüdüğün kemiklere benzer şeylere sahip sanan, sana cisim isnad eden, seni tanımaya dair içinden geçen düşünceleri bir şeye bağlayamamış, gönlü, eşin, örneğin olmadığına dair tam bir inanca ulaşamamıştır. Böyle kişi, sanki bu düşüncelere uyanların, O’na eşit tuttutlarına söylediklerini duymamıştır bir an: “And olsun ki gerçekten de biz, apaçık bir sapıklık içindeydik; sizi Alemlerin Rabbiyle bir tuttuğumuz zaman”(Şuara-97-98) Yalan söylerler seni putlarına benzetenler, vehimleriyle sana, yaratılmışların sıfatlarını verenler; zanlarıyla seni, cisme sahip sananlar, onlar gibi seni cüzü’lere bölenler; akıllarıyla kuvvetleri ayrı ve aykırı cisim isnad edenler. Tanıklık ederim, bilirim, bildiririm ki, seni, yaratıklarından bir şeyle denk sayan, hükmü yerinde ve apaçık olarak indirdiğin ayetlerine kafir olur gider; apaçık deliller olan ve sana şehadet eden sözlerini yalanlar, inkar eder. Gerçekten de sen, öyle bir Allah’sın ki, akıllara sığmazsın; bu yüzden de düşünce esintileriyle bir niteliğe bürünmezsin; hatırlara gelen düşüncelere girmezsin; bu yüzden de sınırlanmazsın, bir halden birhale dönmezsin. (N.Belaga-38, 41)
Onu gözler, apaçık görüşle göremez; fakat gönüller, İman gerçekleriyle görür. O, herşeye yakındır, fakat onlarla birleşerek değil. Herşeyden ayrıdır, fakat onlara zıd olarak değil. Söyleyicidir, fakat düşünerek, dille, damakla değil. İrade edicidir, kasıtla, azimle değil. Eşyayı yapandır, yaratandır, aletle değil. Latiftir, gizlilikle vasfedilemez. Büyüktür, irilikle değil. Görücüdür; duyguyla tavsife imkan yok. Acıyıcıdır, gönül yumuşaklığıyla tarifine imkan yok. Yüzler, onun ululuğuna karşı eğilmiştir, alçalmıştır; gönüller, onun korkusuyla dolmuştur, titrer-durur. (N.Belaga-47)
Birdir, sayıdaki rakamla değil. Yaratıcıdır, hareketle, çalışıp yorulmakla değil. Duyandır, aletle değil. Her yerde hazırdır, mekanla değil. Her şeyden münezzehtir, fakat kahrı herşeye şamildir.
Herşeyden ayrıdır, fakat herşey ona karşı eğilmiştir. Herşeyin dönüşü onadır. Kim onu över, vasfa kalkışırsa sınırlamış olur, sınırlayan onu sayıya sokmuş olur, sayıya sokan onun ezeli olduğunu inkar etmiş olur.
Nasıldır diyen onu vasfa kalkışmış olur, nerdedir diyen onu mekanda sanmıştır. Bilicidir, bilendir, bilen yokken bile, yetiştirip geliştirendir. Yetişip gelişen yokken bile, gücü yetendir, gücü yettiği yokken bile. (Nehc-ül Belağa, S.191)
Allah bilinç ve algılamaya yarayan cihazları insanda yaratan olduğuna göre, buradan anlaşılabilirki kendisi bu uzuv ve cihazlara muhtaç değildir.
Diğer bir deyişle yarattıklarının bilinci kavraması için yer ve araç belirlediğine göre, kendi şuur ve idraki, bilinci ve algılaması, araca, organa ve mekana muhtaç değil, bunlarla sınırlı değildir.
Varlıklar arasında meydana getirdiği tezaddan, karşıtlıktan anlaşılır ki, kendisi için bir karşıt sözkonusu değildir. Onlar arasında meydana getirdiği yakınlık ve akranlıktan bilinirki kendisine akran ve binzer yoktur. (Nehc-ül Belağa, 184.Hutbe)
O Allah ki, hiçbir tapıcı ona hakkıyla tapamaz, hiçbir nimet sahibi onun nimetlerini sayamaz. Hiçbir şüredici ona kulluk hakkını eda edemez, ödeyemez.
Düşünce ne kadar yücelirse yücelsin onun sonsuzluğuna erişemez. Zeka denizlerinin derinliklerine ne kadar dalınırsa dalınsın onun sonsuzluğuna ulaşılamaz. Çünkü onun sıfatları ne hudutludur(sınırlıdır), ne de değişkendir.
İnsanların düşündüğü sıfatlar Allah’ı tenzih etmektir. Zira bizim bildiğimiz her sıfat sahibi o sıfattan ayrıdır. Aynı şekilde her sıfatta bağımsız bir şeydir. Oysa Allah’ın sıfatı zatının ta kendisidir.
O’na şekil benzemez, organla temas edilmez, insanlarla mukayese edilmez, uzaklığa rağmen yakındır, yakınlığa rağmen uzaktır. Herşeyden yücedir. Onun üstü bir şey var denilemez, herşeyden öncedir. Her eşyanın içine dahildir, bir şeyin diğer birşeyin içine girmesi gibi değil, her eşyanın dışındadır, bir şeyin diğer bir şeyden çıkması gibi değil, temiz ve münezzehtir. O ki böyledir, ondan gayrısı böyle değil, O herşeyden öncedir. (Usul-ü Kafi)
İmamlarımızın Allah Anlayışı
…Hz. Cafer Sadık(as)’ın ününü duyan bir inançsız onunla tartışmak için yanına geldi. İmamın karşısına oturdu. Herkes yanlarında toplanmıştı.
İmam inançsıza buyurduki:
-Doğuya ve batıya gittin mi?
-İnançsız hayır dedi
İmam buyurduki:
-Yer için alt ve üst olduğunu biliyormusun (Yerin altını ve üstünü).
-İnançsız evet dedi,
İmam buyurduki:
-Onun altına gittin mi?
-Hayır.
İmam buyurduki:
-Onun altında ne olduğunu biliyormusun?
-Zındık; Bilmiyorum ama zannediyorum ki hiçbir şey yoktur.
İmam buyurdu ki:
-ZAN “İHTİMAL” BİLMEDİĞİN BİR ŞEYE KARŞI ACİZLİKTİR.
İmam tekrar buyurduki:
-Gök’e yukarı çıktın mı? Orada olanı biliyormusun?
-İnançsız; Hayır dedi, bilmiyorum.
İmam bunun üzerine buyurduki:
Senin için hayret edilmelidir. Doğuya ve batıya gitmemişsin, yerin altına inmemişsin, gök’e çıkmamışsın ve oranadan geçmemişsin. Onların arkasında olanı bilmediğin halde, oralarda olanı inkar ediyorsun. ACABA AKIL SAHİBİ KİŞİ TANIMADIĞINI, BİLMEDİĞİNİ İNKAR EDERMİ?
Ey kişi; Bilmeyen için bilene hüccet (delil) yoktur. Cahil için hüccet yoktur. Ey kişi, benden duyduğunu anla. BİZ EHL-İ BEYT RESULALLAH HAKKINDA ASLA ŞÜPHE ETMEYİZ.
…Hz.İmam Rıza (as)’a bir inançsız sordu ki: ALLAH nasıldır ve nerede dir?
İmam buyurduki: “Sana yazıklar olsun ki bu gittiğin yol yanlıştır. O’dur nasıllığı yaratan, kendi nasıl olmaksızın, O’dur mekanı yaratan, kendi mekanı olmaksızın. Böylece o nasıllıkla ve mekanla tanınmaz, organla idrak edilmez, hiçbir şeyle mukayese edilemez.”
İnançsız dediki: “O halde o hiçbir şey değil çünkü organların hiçbiriyle idrak edilemiyor.”
İmam buyurduki: “Yazıklar olsun sana ki organların onu idrak etmekten aciz olduğu halde onun varlığını inkar ediyorsun.”
…Birisi Hz.İmam Muhammed Bakır’ın (as) yanına geldi ve sordu: “Bana söyle Rabbin ne zamandan beri vardır.”
İmam buyurduki:
-“Sana yazıklar olsun, olmayan şeye denilir ne zamandan beri vardır diye, oysa benim Rabbim Tebareke ve Teala her zaman vardır. O’na mekan olamaz, hiçbir şeyin içinde değil, hiçbir şeyede dayanağı yoktur.Kendi makamı için karar kılmadı, eşyayı yarattıktan sonra güçlü olmadı. Eşyayı yaratmadan evvel güçsüz değildi. Bir şeye benzetmekle o tanınamaz o hiçbir şeyden korkmasızın, herşey ondan korkar, her zaman mülkü ve padişahlığı olan padişahdı, kendi dileğini, dilediği zaman var etti, sınırlanmaz, parçalanmaz, fani olmaz, o keyfiyetsizdir, herşeyden önce olandır, mekansızdır, her şeyin sonudur. O’nun zatından başka herşey helak ve yok olacak, yaratılış onundur. Emir onundur.
O’nu akıllar alamaz, O’na şüpheler gelmez hiçbirşeyden habersiz olmaz, O’na hiçbirşey yaklaşamaz. Hiç birşeye nazaran sorumlu değil, hiçbirşeye pişman olmaz, uyku onu sarmaz. Yerde ve göklerde olanlar, gökyüzünün arasındakiler ve yerin altındakiler onundur. (Usul-u Kafi)
Şaşarım Allah’ın varlığından şüpheye düşene ki, Allah’ın hâlkını görüp durur.
Şaşarım Allah’ın varlığından şüpheye edene ki, ölenleri gözleriyle görür.
Şaşarım Ahiret yaşayışını, tekrar dirilişi, inkar edene ki, ilk yaratılışı görür, bilir.
Şaşarım yokluk yurdunu yapıp durana ki, varlık yurdunu terkeder gider.
Hz.Ali(as)(Nehc-ül Belağa)
Hz.İmam Cafer Sadık(as) Anlatıyor:
-Emirel Müminin Ali(as) müslümanları muaviye ile ikinci kez savaş yapmaya hazırladı, müslümanları toplandı, konuşmak için ayağa kaltı ve BUYURDU Kİ:
-Hamd ve Senalar Allah’a aittir ki O yalnızdır, tektir, ihtiyaçsız ve birdir, O’ndan önce olmaksızın O vardır.
Yaratması başka birşeyle değildi, yalnız kendi kudretiyle herşeyi yarattı. O herşeyden ayrıdır, herşeyde O’ndan ayrıdır.
O’na her istenilen nitelik uygun olmaz ve O’nu birşeye benzetecek sınırlamadan uzak tutmak gerekir.
Kelimelerin ve sözcüklerin O’nu tamamen tanıtması yetersizdir. Tüm hamd ve senalar O’nun için azdır.
Aklın en derin fikirleri O’nu anlamakta güçsüz kalır. Bütün tefsirler ve yorumlamalar O’nun ilmine nüfüz etmekten acizdir. Görülmeyen perdeler O’nun ZATININ gizliliği yanında kapalıdır. Keskin akıllar O’nun en yakın derece ve makamına ait konulara karşın kayıptır. O ki, sayılı sayılı günleri yoktur, uzun ömrü yoktur ve sınırlayan nitelikleride yoktur. Temiz ve Münezzehtir.
O Allah ki, O’ndan evvel yoktur ki evvellik taslaya ve sonsuzdur, O öyledir ki, kendini tanıtmış ve buyurmuştur. O’nu tanıtanlar, O’nu tamamen tanıtamazlar.
Hz.İmam Musa Kazım (as) Buyuruyor ki:
Hamd Allah’a aittir ki hamdını kullarına ilham etmiştir. İnancın başlangıcı Allah’ı tanımaktır.
O’nu tamamen tanımak ise O’nu yalnız bilmektir. O’nu yalnız bilmek ise vasıf ve nitelikleri O’ndan uzaklaştırmaktır.
Kim Allah’ı vasıflandırırsa O’nu sınırlamıştır, Kim O’nu sınırlandırırsa O’nu sayı ile rakamlamıştır, Kim O’nu rakamlarsa O’nun ezeli olmasını iptal etmiştir.
Kim NASILDIR? Derse, O’nu vasıflandırmıştır.
Kim NERDEDİR? Derse, O’nu gizlemiştir.
Kim NEYİN ÜZERİNDEDİR? Derse, bir yeri ve mekanı O’nsuz bilmiştir.
Kim O’nun ZATI NEDİR? Derse, O’nu vasfetmiştir.
Kim NE ZAMANDAN BERİ VARDIR? Derse, O’na bir başlangıç (ve son) vermiştir.
O bilir ve alimdir, hiçbir şey bilinmezken, O yaratıcıdır yaratılan olmadan, büyültendir hiç bir şey olmazken.
Bizim Allah’ımız böyle tanımlanır. O tanımlayanların tanımlamasından da daha büyük ve yücedir.
Hz.İmam Cafer Sadık(as) buyuruyor ki: O’nu gözler idrak edemez.
Hz.İmam Hasan Askeri(as)’ye sordular: Kul Allah’ını görmeden O’na nasıl ibadet eder. İmam cevap verdi: …Benim SEYYİDİM, EFENDİM, MEVLAM bana ve babalarıma VELİNİMET olan ALLAH GÖZÜKMEKTEN DAHA YÜCEDİR.
İmama sorarlar: Acaba Resulullah(sav) Rabbini görmüş mü?
… Allah-u Tebareke ve Teala Resulünün kalbine kendi azametinin nurundan sevdiği(dilediği) kadar yerleştirdi.
İmam Muhammed Bakır(as)’dan sorarlar: Acaba Allah’ı bir şey ile tasavvur edebilirmiyiz? İmam buyurdu ki:
-Evet, ama akla gelmeyen, sınırlanmayan şey ile ÇÜNKÜ AKLINA GELEN ŞEY ONU VASFETMEZ, HİÇBİRŞEY ONA BENZEMEZ, AKILLAR ONU İDRAK EDEMEZ. SINIRLANAMAZ.
İmam Cafer Sadık(as) buyuruyor ki: ALLAH mahlukuna nazaran YALNIZDIR, İHTİYAÇSIZDIR, SONSUZDUR… O’nu gözler idrak edemez, yücedir, yakınlığına rağmen. Yakındır, uzak olmasına rağmen. Yer ve gökler O’nu kuşatamazlar ama O herşeyi kudretiyle kuşatır, sonsuzdur, ezelidir, unutmaz,yanlışlık etmez, isteğine engel yoktur, O’nun hükmü mükafatdır, O’nun emri icraattır. Çocuğu yoktur ki ırs bıraksın, doğrulmamıştır ki ortak koşulsun, hiçkimse O’nun dengi değildir.
Hz.İmam Zeynel Abidin(as) buyurdu: Göklerde ve yerde olanlar toplansalar ki Allah’ı azametine layık şekilde vasılandırmaya güçleri yetmez.
İmam Cafer Sadık(as) buyuruyor ki: Bir alim İmam Hz.Ali(as)’nin yanına geldi ve dedi: Ey Emirel Müminin RABBİNİ ONA İBADET ETTİĞİN VAKİT GÖRDÜN MÜ? İmam (as) cevap verdi:
YAZIKLAR OLSUN SANA BEN GÖRMEDİĞİME İBADET ETMEM.
Alim dedi O’nu nasıl gördün? İmam buyurdu ki: YAZIKLAR OLSUN SANA O’NU GÖZLER BAKIŞLA, MÜŞAHEDEYLE GÖREMEZ AMA İMAN HAKİKATLARIYLA KALB’LER GÖRÜR.
İmam Cafer Sadık(as) GÖRMEK hakkında konuşulan bir mecliste şöyle buyurdu: GÜNEŞ KÜRSÜ NURUNUN YETMİŞDE BİRİDİR. KÜRSÜDE ARŞ’IN NURUNUN YETMİŞDE BİRİDİR. ARŞ’DA HİCAB NURUNUN YETMİŞDE BİRİDİR. HİCAB’DA BİTR NURUNUN YETMİŞDE BİRİDİR. EĞER İNANMAYANLAR DOĞRUYSALAR GÖZLERİNİ BULUTLU OLMADIĞI BİR ZAMAN GÜNEŞE DİKSİNLER.
İmam Cafer Sadık(as) buyurdu ki: EY ADEMOĞLU, eğer kalbini uçan bir kuş yese onu doyurmaz. Eğer gözüne iğne yarası konsa onu kapar örter. BU HALİNLE, SEN İSTİYORSUN Kİ O İKİSİYLE (KALBİN VE GÖZÜN İLE) GÖKLERİN VE YERİN MELEKUTUNU, SALTANATINI GÖRESİN. EĞER DOĞRUYSAN BU GÜNEŞ ALLAH’IN YARATTIĞI BİR YARATIKTIR Kİ GÖZÜNÜ ONA DİKESİN, O SENİN DEDİĞİN GİBİDİR.
Hz İmam Rıza (as) buyurdu ki: Allah nasıllık ve mekan ile tanınmaz, organlarla idrak edilmez, hiçbirşeyle mukayese edilmez.
Orada bulunanlardan birisi dedi: Öyleyse o hiçbir şey değil, çünkü organların hiçbiriyle idrak edilmiyor.
İmam ona buyurdu ki: YAZIKLAR OLSUN SANA Kİ ORGANLARIN ONU İDRAK ETMEKTEN ACİZ OLDUĞU HALDE O’NU İNKAR ETTİN. HALBUKİ BİZ ORGANLARIMIZIN O’NU İDRAK ETMEKTEN ACİZ OLDUĞUNA İNANIRIZ. (Usul-u Kafi’den)
12 İmamlardan yaptığımız alıntılar sonucunda bu konuda etraflıca bilgi edindik. Ancak böyle bir Allah inancı kabul edilmektedir ve böyle bir Allah’a inanmalıyız. Bu konuda kendimizin nasıl inandığını tekrar tekrar kontrol edip İmamlarımızın İnancına (en yakına) ulaşmamız zorunludur.
Bu konuya başka bir açıdan da aşağıdaki gibi bakılabilir:
Ehl-i Beyt inancının temelini tevhidi dünya görüşü oluşturmaktadır. Tevhid Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak demektir. Bütün alemlerin en küçük parçasından en büyük parçasına kadar Allah tarafından yaratıldığına inanmak demektir.
Sağlam bir Allah inancı olmadan sağlam bir 12 İmam dostu olunamaz.Allah inancındaki her eksiklik, onu anlamadaki her yetersizlik bizi 12 İmamdan uzaklaştırır. Bu nedenlede kendisini Ehl-i Beyt dostu kabul eden insanlar niçin inandıklarını, neye inandıklarını, nasıl inandıklarını, nasıl inanmaları gerektiğini, inanmalarının kendilerine ne kazandırıp ne kaybettireceklerini bilmeleri gerekmektedir.
Ne yazıkki sinsi dergahların sinsi ve yahudice oyunları sonucu ülkemizdeki Ehl-i Beyt dostları bu inançtan uzaklaştırılmaya çalışılmış ve bu tuzak kısmende olsa tutmuştur. Bunun sonucunda da ülkemizdeki Aleviler, dostlarımız, kardeşlerimiz inkarcı, anlamsız ve boş olan dünya görüşlerine aldanmışlardır. Bunun doğal sonucunda da Ehl-i Beyt dostları bir yanlıştan diğer yanlışlara sürüklenmiş, yahudi dergahlarının hazırladıkları hurafelere, masallara, saçma sapan görüşlere inandırılmışlar ve sömürülmüşler, hep aldatılmışlar ve hep kaybettirilmişlerdir.
Bu konuda Allah’ı tanımakta vesile olabilecek bazı delillere farklı bir bakış açısıyla tekrar değinmekte yarar var.
1-DÜZEN DELİLİ
Aslında biraz düşünülse kainatın herbir parçasında Allah’ın varlığıyla ilgili bir delil bulmak mümkündür. Kainatın her bir parçası hem kendisiyle ve hemde diğer parçalarla uyum içerisindedir. Hepsi birlikte büyük bir sistemi yada düzeni oluşturmaktadır.
Bu düzen topkı bir halının üzerindeki motif gibidir. Dikkat edilirse üzerinde motif yada işleme bulunan bir halının herbir köşesindeki renk ve desen değişiktir ve kendi içerisinde bir uyuma ve belli bir şekle sahiptir. Aynı halıyı bütünüyle ele aldığımızda da her bir değişik şeklin ve rengin hep birlikte halının bütününün bir sistem içinde görüntüsünü oluşturmaktadır. Her bir parça hem kendi içinde uyumlu ve sistemli ve hemde diğer parçalarla uyumlu, düzenli ve ilişkili görülmektedir.
Halıya uzarktan bakan bir göz kör yada şaşı değilse halıyı bir bütünlük içerisinde zevkle seyredecektir. Doğal olarak düşünmek gerekir ki halıdaki bu uyumluluk kendiliğinden oluşamaz. Eğer kendiliğinden oluşsaydı düzen olmaz, uyum gözükemezdi. Karışıklık ve düzensizlik olurdu. Bu nedenle Allah’ı tanımak için getirilen en kolay ve en genel kanıt, DÜZEN DELİLİDİR. Evrendeki tüm canlı ve cansız varlıklardaki düzen, düzenleyici bir gücün varlığına delildir. Bu konuda üç ana konuyu kısaca incelemeye yarar vardır.
a) İnsan
İnsanın kendi yapısında da çok güzel uyumlu çalışan bir sistem görülmektedir.İnsanın kendi iç bünyesi ve bünyenin her bir parçası bir sistem içerisinde yol almaktadır. Her bir parça hem kendi içinde bir sisteme sahiptir ve hemde diğer parçalarla birlikte bir düzeni (sistemi) oluşturmaktadır.
Hastalık dediğimiz şey bu düzenin bozulması demektir. Sistemi bozucu bir etki olmadığı sürece sistem saat gibi çalışmaktadır. İnsanda bulunan bu düzenin ayrıntılarını incelemek için herhangi bir tıp doktorundan yardım istenilmesinin doğru olacağı kanaatindeyiz. Tıp bilimi bu düzeni daha rahat ve kolay açıklayacak ve organların ilişkilerini bilindiği kadarıyla izah edebilir. Doktorun inanıp inanmamasının hiçbir önemi yoktur, çünkü belirttiğimiz gibi düzeni inkar etmek için kör olmak gerekir.
b) Tabiat
Tabiat aleminde de aynı düzeni görmek mümkündür. Gezegenler hem kendi etrafında dönerken hemde hep birlikte bir sistemi oluştururlar.
Milyonlarca yıldız, bir o kadar galaksi ve herbirinin kendi sistemi, yakın planda güneş, ay dünya ve sistemleri başdöndürücü bir bütünlük sergilemektedirler. Dünya kendi etrafında dönerek gece ve gündüzü oluştururken aynı zamanda güneş etrafında da dönerek mevsimleri oluşturmaktadır. Topraktaki elementler, ağaçlar, çiçekler çeşit çeşit canlılar, hayvanlar herbirisi birbirleriyle hem bağlantılı ve hemde bağlantısız olarak bütünün birer parçasıdırlar.
c) Tarih
Tarihte aynı şekilde bir düzen içinde seyretmektedir. Yaşayan insan toplulukları aynı eylemlerinden dolayı zarar görmüşler yada fayda görmüşlerdir. Sapık toplumların yada liderlerin sonu hep tarihte kötü olmuşken, iyi işler yapan adaletli toplumlar bu süreçte mutlu olmuşlardır. Kişilerde tıpkı böyledir. Her türlü ahlaksızlığı yapan kişinin dünya yaşamındaki sonuda yaşantısına uygun olarak kötüleşirken iyi insanlar hep minnetle ve saygıyla anılmışlardır. İnsanlar ve toplumlar içinde muazzam bir düzen bu şekillerde görülmektedir. Su testisi su yolunda kırılır şeklindeki atasözü bu sistemi ve düzeni anlatmaya yeterlidir.
Kısacası tarihde kendine has bir sisteme, düzene sahiptir.
Hatırlatmak gerekirki insanoğlu Allah’ı tanımak yada anlamak için birçok görüş ileri sürmüştür. Bunların herbirinin eksik yada yanlış anlamları ifade eden yönleri vardır. Herbirinin ayrı ayrı incelenmesi ve düşünülmesi gerekmektedir. Ancak dikkat çekici bir nokta vardır ki, İNANMAK, SIHHATLİ OLMANIN, MADDECİ OLMAKTA, HASTALIĞIN BELİRTİSİDİR. İnanmamakta, inkar etmekte kişinin iç huzurunu ve toplumsal uyumunu çok yakından etkilemektedir. Konu bu nedenle çok önemlidir. Bu konuya son verirken kısaca sunduğumuz DÜZEN DELİLİ açıklamasının sadece tabiat ötesi bir varlığı, yaratıcıyı ve tabiatın bu yaratıcının hükmü (emri) altında olduğunu ve kendi yaptığı işlerin farkında olduğunu açıkladığını, isbatladığını belirtmeliyiz. Bu delil Allah’ın ilmini, ahiretle ve diğer ilahi felsefelerle ilgili gerçekleri açıklamaya yeterli değildir, yalnızca bütünün bir parçasıdır.
Bunların açıklanması için başka delillere ihtiyaç vardır. “Göklerde ve Yeryüzünde nice deliller var ki, onları görmezler ve yüz çevirip gidirler.” (Yusuf Suresi, 105. Ayet)
2-İHTİYAT DELİLİ
İhtiyat kelimesi sözlükte; Tedbirli olma, çeşitli olasılıkları gözönüne almak, bir davranışta bulunmadan önce bir takım tedbirler alarak zarar görmemek yada en az zararla birşeyi savuşturmaya çalışmak anlamına gelir.
Genelde aklını kullanmayı bilen, düşünmeyi seven ve hatalardan kaçmasını bilen insanlar olaylar karşısında hep uyanık ve ihtiyatlı davranırlar. İhtiyatlı olmak, bizim Caferi fıkhımızca çok önem verilmiş bir konudur. 12 İmam fıkhı uygulanırken şüphe yada tereddütlerin giderilmesi amacıyla ihtiyatlı davranılır ve şüphe ve tereddütlerin yok edilmesi yoluna gidilir.
Açıkca anlaşılacağı gibi şüphe ve tereddütün giderilmesinin bir yolu ihtiyatlı olmaktan geçmektedir. İhtiyatlı davranan bir kişi her olayda tedbirli olur ve kolay kolayda hata yapmaz. Basit birkaç örnekle açıklayacak olursak bir kış sabahı erkenden yola çıkacak olan bir şöför havanın durumunu göz önüne alarak yolların ileride buzlu olabileceği ihtimalini düşündüğünde ve buna göre tedbirini aldığında aksilik yada benzer bir durum (buzlanma vb) o şöförü yolundan alıkoyamaz. Yol buzlu bile olsa o tedbirini almıştır. Yol buzlu değilse zaten bir mesele yoktur.
Başka bir örnekte, bulduğumuz bir mantarın zehirli olup olmadığına emin değilsek, tereddütlerimiz varsa o mantarı tedbir olarak yemeyiz ve hiçbir kaybımızda olmaz. Çünkü zehirliyse bu bize çok pahalıya malolacak ve hatta hayatımızı bile kaybedebileceğiz.
Örneğin, 100 sayfalı bir kitaptan sınava girecek bir öğrenci düşünelim bu öğrencinin kitabın önemli bulduğu sayfalarına çalışmasımı daha iyidir? Yoksa kitabın tümüne çalışıp tereddütü ve şüpheyi ortadan kaldırmasımı? Elbette tümüne çalıştığında sınavda başarı oranı daha fazla olacaktır. İhtiyatlı olup tüm konulara önem vermek daha garantili bir çözüm yoludur.
Allah’ın varlığıyla ilgili konuda da ihtiyatlı davranmak şüphesi olan kimseler için garantili bir çözümdür. En azından o aşamada en güzel çözümdür. Çünkü eğer kişi Allah’ın var olduğu varsayımından hareket ederek hayatını yönlendirirse tahmininin tutması durumunda bir kaybı olmayacaktır. Aksi halde yokmuş gibi davrandığında ise tahmini tutmazsa o kişinin sonunun iyi olacağını hiç kimse iddia edemez.
Bu konuda tedbirli davranan kişi araştırıp, düşündüğünde Allah’ın delillerini yada nişanelerini kavradığında tereddütünü ve şüphesini tamamıyla yenecektir. En azından bu ihtiyatlı davranmasından dolayı gerçekleri bulma imkanınada sahip olacaktır.
Bu şekilde davranan insanların kaybedecekleri hiçbirşey yoktur. Çünkü Allah’ın, peygamberin ve 12 imamların yasaklayıpta men ettikleri hiçbirşeyin insana bir faydası yoktur, dolayısıyla da bir mahrumiyette söz konusu olmayacaktır.
Birgün Hz.İmam Rıza(as)‘nın yanına zındıklardan (inanmayan) birisi geldi. İmamın huzurunda da bir cemaat vardı. İmam o zındığa şöyle buyurdu.
“EY KİŞİ, BANA CEVAP VER EĞER HAKİKAT SİZİN DEDİĞİNİZ GİBİYSE Kİ ASLA BÖYLE DEĞİLDİR. O ZAMAN SİZ VE BİZ FARKSIZIZ, BİZE İBADETİMİZ, ZEKATIMIZ, CİHADIMIZ VE İMANIMIZ ZARAR VERMEZ. EĞER HAKİKAT BİZİM DEDİĞİMİZ GİBİ OLURSA Kİ ZATEN BİZİM DEDİĞİMİZ GİDİBİR. ACABA SİZ HELAK OLMAZMISINIZ VE BİZ KURTULMAZMIYIZ.”
3-AZAMET DELİLİ
5. İmamımız Muhammed Bakır(as) buyuruyor ki: “ALLAH’IN HAKKINDA FİKİR EDİNMEK İSETRSENİZ, YARATTIKLARININ AZAMETİNE BAKINIZ.”
Canlılar alemindeki canlılarda ve cansız dediğimiz nesne yada kütlelerde düşünüldüğünde insanı hayretler içerisinde bırakacak özellikler vardır. Yaratıkların özlerinde bulunan bu özellikler incelenirse Allah(cc) inancı hakkında bir nebze de olsa fikir elde etmek mümkün olur. Çünkü sözkonusu özellikler gözle görülen, dokunulabilen yada nesnel gerçeklikleri olan(tesbit edilebilir) özelliklerdir.
Bunlardan bazılarını örneklerle incelemekte fayda vardır.
… Kur’an-ı Kerim Newton’un doğumundan on asır önce yerin cazibesinden haber varmekte ve şöyle demektedir. “Vel’arza kifata” Yani biz yeri çekici (Cezb edici) yarattık. (El-Mürselat-25)
Yeryüzünün cazibesi yada yarçekimi olayı düşünebilen insanlar için çok güzel bir örnektir. Aynı yeryüzü incelendiğinde onun içindeki katmanları, üzerindeki dağları, denizleri, ovaları ve tam ortasındaki mağma tabakası çok AZAMETLİ bir görüntü vermektedir.
… 12 İmam dostlarından Hişam’a birgün birisi şöyle bir soru sordu. Senin Rabbin varmı ve herşeye gücü yeter mi?, herşeye kâdir midir?
-Evet diye cevap verdi.Hişam.
Adam dedi ki: “Ya Hişam senin Rabbin dünyayı küçültmeden ve yumurtayı da büyültmeden, dünyayı yumurtanın içine sığdırabilir mi?
Hişam bu soru üzerine 6.İmamımız Hz.Cafer Sadık(as)’ın huzuruna geldi, olanları anlattı ve ondan yardım istedi, dedi ki, ya İmam bu soruya ancak siz dayanabilirsiniz.
İmam Sadık(as) buyurdu: Ey Hişam kaç tane organın vardır?
-Beş
İmam buyurdu: Onların en küçüğü hangisidir?
-Göz dedi. Hişam.
İmam dediki: O’nun görme miktarı ne kadardır?
-Çok azdır.(Bir edes veya daha da küçüktür.)
İmam dedi ki: Ey Hişam, önüne bak kafanın üstüne bak ve bana söyle ne gördün?
-Gök, yer, evler, saraylar, çöller, dağlar ve denizler görüyorum.
Bunun üzerine İmam Cafer Sadık(as) buyurdu ki: “İşte o öyle bir kudrettir ki o kadarlık bir küçüklüğe dünyayı yerleştirmeye kadirdir, dünyayı küçültmeden ve yumurtayı büyültmeden.”
Hişam İmamın ellerini öptü. Ey Allah’ın Resulünün oğlu bu bana yeterli oldu dedi.
… Diğer organlarımızın da her birinin azametleri düşünüldüğünde ortaya çıkacaktır. Ellerimiz kendi büyüklükleriyle mukayese dahi edilemeyecek eserler inşa etmektedir. Sesimiz dünyanın öbür ucundan dahi duyulabilmektedir.(Çeşitli aletlerle) Kısacası, İNSANIN İKİ KİLO BİLE GELMEYEN AKLI YERYÜZÜNE HAKİM OLABİLMEKTEDİR.
… Diğer canlılarda da azamet görülebiliyor. Küçücük bir kuş dünyanın bir ucundan diğer ucuna hiç dinlenmeden vücudunda depoladığı enerji ile uçabiliyor. Balinalar ve yunuslar insanların duyamayacağı seslerle kendi aralarında anlaşabiliyorlar. Bukalemun gibi bazı hayvan türleri bulundukları ortama göre renk değiştirebiliyorlar. Bazı balık türleri vücudlarından çıkardıkları koku yada renklerle kendilerini düşman saldırılarına karşı koruyabilmektedirler.
Yarasaların geceleri hiçbir yere çarpmadan hızlı bir şekilde uçabilmeleri ve bunu yaydıkları sesin çevreye çarpıp yansımalarıyla sağlamalarıda hayret vericidir.
… “Onlar hala (ibretle) bakmazlarmı deveye, NASIL YARATILMIŞTIR O” (Gaşiye S.Ayet 17)
Deve’deki azameti görmeyen insanlar, bu örnekle mi biz Allah’ı tanıyacağız diye gülebilirler, o zamanda inkarcılar peygamberimizle(sav) bizi deveye bakarak Allah’ı(cc) bulmaya çağırıyor diye alay ediyorlardı.
Ayetin indiği zamanalr daha zooloji (Hayvanlar alemiyle ilgili bilim dalı) bilimi hakkında çok az bir bilgi vardı. Oysaki, Allah bu tür örneklerle hem olayı basite indiriyor ve hemde çağlar ötesine mesaj veriyordu.
6. İmamımız Cafer Sadık(as)’ın talebelerinden müfezzel’e bu ayetin görünürdeki manasını anlattığını ve müfezzel’inde yazdıkları notları Türkçe’ye çevirdiğimizde 1000 sayfalık 2 cilt kitabımız olurdu. Sırf bu konuda İmamımızın buyurduklarını kısa ve öz olarak aktarmak istiyoruz, istiyoruzki, bu örnekle azameti kavrayabilelim ve örnekleri düşünerek çoğaltabilelim.
“Ey müfezzel, bu ayette devenin yaratılışı anlatılmak isteniyor. Deve çölde giderken depo ettiği suyu saklayıp gerektiğinde onu kullanıyor. Yine aynı şekilde tuzlu veya çökelikli bir suyu bile içse onun küçük hörgücünden buz gibi tatlı bir su içiyorsun, bunu hiç düşündün mü?
Devenin boynuna yakın bir kısmında bir su kesesi vardır. Yine o su kesesininde bir tahliye deliği vardır. Deve içmiş olduğu suyu damıtarak burayı doldurur. Bedeni ne kadar ısınırsa buradaki suda o kadar soğur. Deve binicileri bu tahliye deliğinden kamış veya benzeri şeylerle sifon yapmak suretiyle su içebilirler. O çöllerin dayanılmaz sıcaklığın da buz gibi ve damıtılmış tatlı su içmenin ne demek olduğunu düşünün.
Devenin gözleri etrafında bulunan ve çölde onları kum fırtınalarından koruyan uzun kirpiklerini düşünün. Biz gözümüzü korumak isterken o bunu düşünmez bile. Üst dudağıda yarıktır. Çünkü dikensi çöl bitkilerini ancak böyle yiyebiliyor. Ayaklarıda kumlara batmaması için yastıklı bir biçimdedir.”
Allah(cc) sanki insanlara zooloji dersi veriyor, düşünenlere tabi.
Çok ünlü bir ressam bir deve tablosu yapsa bir çok insan o tabloya kıymet biçemez. Açık artırmalarla satılır. Oysa o tablodaki deve ne insana hizmet eder, ne yürür, ne yük taşır, nede kendine bir faydası vardır.Estetik dışındaki bunun insana faydası tartışılabilir, hiçbir özelliği yoktur. Ama tüm dünya bu tabloyu konuşur, değerler biçilir, yapıcısının hayatı anlatılır, övgüler ve ödüller verilir, imzalı resimleri istenir.
Aynı İNSANLARIN YARATILMIŞLAR ALEMİNDEKİ AZAMETİ GÖREMEYİP TEŞEKKÜR DAHİ ETMEMELERİ ÇOK BÜYÜK BİR AYIP DEĞİLMİDİR?, ÇOK BÜYÜK BİR ÇELİŞKİ DEĞİLMİDİR?
4.İmamımız Zeynel Abidin(as) buyuruyor ki: “GÖKLERDE VE YERDE OLANLAR TOPLANSALAR, ALLAH’I(CC) AZAMETİNE LAYIK BİR ŞEKİLDE ANLATMAYA, VASIFLANDIRMAYA GÜÇLERİ YETMEZ.”
4-ORGANLARIN ACZİ
İnsanoğlu evrenin yaratılış sırrını düşünebildiği her çağda bulmaya çalışmıştır. İçinde bulunduğu maddi dünyayı keşfetmeye çalışırken bu dünyadan elde ettiği delillerde adını duyduğu ama anlamakta bir hayli zorlandığı manevi dünyayı da keşfetmeye çalışmıştır.
Allah’ı tanıyıp, anlayabilme konusunda peygamberler ve imamlarımız insanlara bütün güçleriyle yardımcı olmaya çalışmışlar ellerinden gelen hiçbir fedakarlığı esirgememişlerdir. Ancak ne yazıkki bu arada Allah fikrinin düşmanları da boş durmamışlar ve kendi görüşlerini cahilce yada zalimce yaymaya çalışmışlardır.
Bu konuda yapılan en büyük yanılgı maddi dünya ile manevi dünyayı karıştırmak olmuştur. Allah’ı tanımak için insanoğlu maddi dünyada yer alan nesnel gerçekliklerden hareket etmeye çalışmıştır. Yani gözle görülen, elle tutulan, dokunulabilen, duyulabilen ve somut olarak keşfi mekanı belli olan nesneleri gözönüne getirerek ALLAH fikrini de aynı şekilde kavramaya çalışmıştır.
İnsanoğlunun bu yanılgısı tarihin ilk çağlarından başlayarak değişik şekillerdi günümüze kadar gelmiştir. İlk çağlarda insanların güneşe,aya yada benzeri şeylere tapmaları, sonraları kendi yaptıkları putlara tapmaları hep bu çelişkinin ürünü olmuştur. Dikkat edilirse bütün bu tapılanların ortak özelliği nesnel gerçeklikleri olmasıdır, yani gözle görülüyor, elle tutuluyor ve sabit mekanlarda sınırlandırılabiliniyor.
Bu anlayışın sonucunda insanoğlu ALLAH fikrini insani bir sıfatta somutlaştırdı. Bu en bariz şekilde eski yunan uygarlığında görüldü. Tanrıların tanrısı durumunda olan ZEUS inancı düşüncenin ürünü olarak ortaya çıktı. ZEUS’unda nesnel bir gerçekliği yoktu. Görülemiyor, dokunulamıyor ama insan gibi yiyor, içiyor, çocukları oluyor, bazen kızıyor ve bazende seviyordu. ZEUS vasıflandırılabiliyordu, sınırlandırılabiliniyordu bu şekilde Allah fikri yaşatılmaya çalışılıyordu.
Nihayet Allah’ın insan şeklinde tanınmaya çalışılabilmesi fikri tahrif edilmiş hristiyanlıkta kilisenin de büyük katkılarıyla son şeklini aldı. Kilisede Allah’ı maddi dünya içeriğinde tesbit etmeye çalıştı, doğal nedenlerin içine sokmaya çalıştı.
Ancak bu yanlışlık bilimin ilerlemesi sonucunda acze düşerek iflas etme noktasına kadar geldi. Bilim nesneleri keşfettikçe, Allah’ı insan suretinde sunmaya çalışanlar ve onlara inananlar çaresiz kaldılar. Her bilimsel bilgi bu şekilde vasıflandırılan Allah inancına bir darbe vurdu inan kalabalıkların bir kısmı inkar yolunu seçmek zorunda kalırken, diğer bir kısmı da artık körükörüne inanmak zorunda kaldılar. Çünkü sahip oldukları misyonları var olan bir şeyi anlatamadı, yanlış anlattı ve bilimde bu çelişkiyi sona erdirdi.
“ONLAR GEREKLİ VE HAK OLDUĞU ŞEKİLDE ALLAH’I ANLAYIP TANIYAMADILAR” (En’am Suresi, 91.Ayet)
Eğer onlar sahip oldukları organların güçlerini düşünebilselerdi, organlarının kapasitelirini gözden geçirselerdi, bunları da Allah anlayışı hakkındaki doğru bilgilerle pekiştirebilselerdi, Allah’ı insan suretinde yada nesnel gerçekliği olan maddi dünyayla doğal nedenlerle bağlantılı olarak ele almayacaklar ve bilimle de çelişmeyeceklerdi.
Nitekim Hz.Ali(as)’ye soruyorlar; Ya imam bazı insanlar diyor Allah şekildir, bazısı da diyor ki cisimdir. İmam (as) diyor ki:
-ALLAH SINIRLANDIRILAMAZ, VASIFLANDIRILAMAZ, O’NUN BENZERİ HİÇBİRŞEY YOKTUR.
Yine İmam Hasan Askeri(as) buyuruyor ki: HER İSTEDİĞİNİ YARATIR, AMA O CİSİM DEĞİLDİR. HER İSTEDİĞİNİ ŞEKİLLENDİRİR, AMA O ŞEKİL DEĞİLDİR.
Dikkat edilerse gerçekliğin yegane ölçütlerinin dokunmak ve görmek olmadığı anlaşılacaktır. Görmenin, dokunmanın ve duymanın organlarla yada bilimsel cihazlarla olduğu düşünülürse gerçeklik bu organ yada cihazların gücüyle sınırlandırılmış olacaktır. Sınırlamak ise maddi dünyaya, zamana ve mekana ilişkindir ve Allah’ın vasıflandırılması demek anlamına geldiği gibi bu şekilde olayları kavramak isteyen kişiler de güçlerinin yetmediği gerçekleri inkar ettikleri zaman kendi kendileriyle çelişkiye düşecekler yada kendilerinin göremediği, duyamadığı gerçeklerin de olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır.
Eğer inkarcılar 300 metre mesafedeki bir karartıyı dahi gözleriyle tesbit edemediklerini düşünebilselerdi, uçan bir sineğin kendilerinden kaptığı bir parçaya dahi dokunmaktan aciz kaldıklarını düşünebilselerdi, Allah’ı göremiyorum, duyamıyorum diye inkar etme zorunda kalmazlardı. Kısacası Allah fikrini doğru kaynaklarla, doğru bir şekilde iyiniyetle anlamaya ve öğrenmeye çalışsalardı görmeden görmenin, duymadan duymanın, dokunmadan dokunmanın mümkün olabileceğini anlayabilirlerdi.
Allah’ın Sıfatları Hakkında
Cemal ve Kemal sıfatlarının, yani İlim, Kudret, Gına, İrade, Hayat gibi subuti sıfatların tümünün, zatına muzaf sıfatlar olmayıp zatının aynı olduğuna inanmaktayız. Vücudu, ancak zati vücuddur; kudreti, hayatı dolayısıyladır ve hayatı, kudretidir. Daimi diri olduğundan gücü yetendir, gücü yeten olması dolayısıyla da daimidir. Sıfatlarında ve varlığında bir ikilik olamaz; öbür kemal sıfatlarında da hal böyledir.
Sıfatlar, mefhumları bakımından muhtelif görünmekle beraber hakikatleri ve varlıkları bakımından birdir; çünkü bu sıfatların varlıklarında bir ayrılık farz edilse, vücudda da teaddüd icabeder; bu ise tevhid inancına zıttır.
Yaratmak, rızık vermek, evveli olmamak, yücelik gibi izafi olan subuti sıfatlar da, gerçekte bir tek sıfata, yarattıklarına her an kayyum oluş sıfatına racidir, sıfat, eserlerinin, hükümlerinin ihtilafına rağmen bir tek sıfattan ibarettir.
Celal sıfatları dediğimiz selbi sıfatlarsa, O’nda bulunmasına imkan olmayan sıfatlardır. Cisim oluş, hareket ve sükunda bulunuş, ağırlığa, hafifliğe sahip olmak vesaire gibi sıfatlar, O’nda bulunamaz; bütün noksan sıfatları, Zat-ı Bari’den selbetmek vacibdir; hatta bunların varlığındaki imkan dahi Zat-ı Bari’den selb edilmelidir.Böylece selbi sıfatlar, kemal sıfatlarına, sübuti sıfatlara raci olur. Allah-u Teala, her hususta, zatı bakımından birdir, vahid ve samed olması dolayısıyla da terkibden ve bütün selbi sıfatlardan münezzehtir.
Sübuti sıfatların selbi sıfatlara ircai dolayısıyla zatın mahz-ı vücud oluşu, sıfatlarının ayn-ı zat olması ve her türlü noksan sıfatlardan münezzeh bulunuşu, vücudla ademin aynı kıyasını uyandırmamalıdır. Sübuti sıfatların, zatdan ayrı mülahazası, kadim varlıkların taaddüdü ve Vacib’ül Vücud’un şerikleri bulunduğu sonucuna varır. Hz.Emir-el Müminin Ali(as) ve Seyyid’ül Muvahhidin (as) buyuruyorlar ki: “Öz doğruluğunun kemali, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmektir; çünkü bilmek gerektir ki ne sıfat söylenirse söylensin, o sıfatla vasfedilemez; her sıfat, vasfedilenden gayrıdır; onunla bilinemez, O’nu vasfetmeye kalkışan, O’nu bir başkasına eşit etmiş sayılır. Başkasını O’na eşit sayan, ikiliğe düşmüş olur. İkiliğe düşen, tecezzisini kaail olur; tecezzisini kaail olan, O’nu tanımamış olur….”
Ortağı, benzeri olmayan, bütün kainatın yaratıcısı olan tek, bir İlah’ın varlığına, varlığının zorunlu olduğuna inanıyoruz. “Onun gibi bir şey yoktur. O işitendir, görendir.”(Şura-11) O, kendi haber verdiği gibidir. “De ki: Allah tektir; Allah samed’dir(Herşey O’na muhtaçtır, hiçbir ihtiyacı olmayandır.) Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir kimse de O’nun dengi benzeri değildir.”(İhlas Suresi)
Allah’ın isimleri’nin kısa anlamı:
Huvallahüllezi la ilahe illa hu:
Allah’ınbütün diğer adlarını kendinde toplayan adlar adıdır:
“İsm-i azam”: En yüce ismidir. Şu manaya gelir:
O öyle bir Allah’tır ki ondan başka tapılacak hiçbir nesne-ilah yoktur.
Er Rahman: Rahmeti-Yardımı-Koruyuculuğu her şeyin içinde ve üstünde.
Er Rahim: Merhameti rahmanıyla birlikte her şeyin içinde ve üstünde.
El Melik: Mülkü-Tasarrufu bir an dahi yok olmayandır.
El Kuddüs: O noksansızdır.
Es-Selam: Selam ve Selametin ta kendisidir.
El Mümin: Güven verendir.
El Aziz: Mutlak galiptir.
Ey Cebbar:Yarattığı her şeyin hallerini ihtiyaçlarını verendir.
El Mütekebbir: Büyüklükte eşi olmayan.
El Halig: Yaratandır, Yaratacağı herşeyi bilimi gereğince yaratıp, takdir edendir, değerlendirendir.
El Bari: Yoktan var eden.
El Müsavvir: Yarattıklarına öz ve biçim verendir.
El Gaffar: Büyük (Mutlak) Affedicidir.
El Kahhar: İstediğini yapar; Hakimdir. Dilediğine karşı duranları kahreder.
El-Vehhab: Her çeşitten nimeti durmadan bağışlayandır.
Er Rezzak: Herşeye yararlanacaklarını verir, İhtiyaçlarını giderir.
El Fettah: Zorlukları aşıp kolaylaştırıcıdır.
El Alim: Herşeyi çok iyi(Mutlak) bilir.
El Kabid: Sıkar ve Daraltır.
El Basıt: Açar ve Genişletir.
El Halid: Yukarıdan aşağıya indirip alçaltır.
Er Rafi: Yukarı çıkarıp yükseltir.
El Müizz: İzzet verip ağırlayandır.
El Müzill: Zillete düşürüp horlar.
El Semi: Mutlak işitendir. İşitmediği bir şey yoktur.
El Basir: Mutlak görendir. Görmediği bir şey yoktur.
El Hakem: Hükmeder ve Hakkı yerine getirir.
El Adil: Mutlak Adaletlidir.
El Latif: Bilmesi, en ince ayrıntılara nüfuz eder.
El Habir: Haberdardır, Haberi olmadığı şey yoktur.
El Halim: Mutlak Hoşgörülüdür.
El Aziym: Azmi Mutlaktır.
El Gafur: Affedicidir.
Eş Şekur: Şükredilendir. Teşekkürü kıymet bilişi mutlaktır.
El Aliyy: Yücelişi eşsizdir.
El Kebir: Tektir, Vasfolunmaktan büyüktür.
El Hafiz: Herşeyi bilir ve korur.
El Mukit: Herşeyin azığını verir, İhtiyacını karşılar.
El Hasib: Herşeyin tüm(ince) hesabını bilir.
El Celil: Mutlak Uludur.
El Kerim: Cömertliği sonsuzdur.(Mutlaktır)
El Rakip: Kontrolü mutlaktır. Her an her şeyinkontrolü elindedir.
El Mucib: İstekleri yerine getirendir.
El Vasi: Sonsuz genişliktedir.
El Hakim: Hüküm ve Hikmet sahibidir.
El Vedud: Kendine uyanları korur zenginliğine katar.
El Mecid: Şanı yüceler yücesidir.
El Bais: Yeniden diriltendir.
Eş Şehid: Her zaman, her yerde hazır ve nazırdır, her şeye şahiddir.
El Hakk: Varlığı kalıcıdır, mutlaktır.
El Vekil: İşlerin vekilidir, herşeyi herkes yerine en iyisini yapar. Üzerine aldığı, taahhüt ettiği şeyleri yapar.
El Kaviyy: Gücü her şeye yeter.
El Veliyy: Dosttur, koruyucudur, Müminlerin Dostudur, Koruyucusudur.
El Metin: Mutlak dayanıklıdır, gücü mutlak köklüdür.
El Hamid: Kendisine saygıyla şükredilendir.
El Muhsi: Herşeyin sayısını bilir.
El Mübdi: Yarattıklarını örneksiz ve maddesiz yaratandır. Ol demesi yeterlidir.
El Müid: Öldüren ve Diriltendir.
El Muhyi: Bağışlayıp sağlık verir.
El Mümit: Ölüm onun elindedir.
El Hayy: Mutlak hayattadır, canlıdır.
El Kayyum: Her şey onunla vardır.
El Vahid: Unutmaz.
El Macid: Değeri sonsuzdur.
El Ehad: Ortağı, eşi benzeri yoktur.
Es Samed: İhtiyaçsızdır. İhtiyaçların giderilmesi ızdırabların, mutsuzlukların son bulması için başvurulabilecek tek merciidir.
El Gadir: Her şeye her an gücü yeter, Her şeyi her an yapabilecek güce sahiptir.
El Muktedir: Her türlü gücün tasarrufu ondadır.
El Mukaddim: Dilediğini öne alır.
El Muahhir: Dilediğini geri, arkaya alır.
El Evvel: O İlktir, Evveli yoktur.
El Ahir: Sonu yoktur, sonsuzdur.
El Zahir: Sayısız delillerle ispatlı olandır.
El Batın: Akıl alıcı değildir.
El Vali: En yüce yöneticidir.
El Müteali: Kendi yarattığı yaratıkların tanımlarından çok yücedir.
El Berr: Yarattıklarına karşı iyilik doludur.
El Tevvab: Tövbeleri kabul eder.
El Müntekim: Gereken cezaları verendir.
El Afüvv: Affedicidir, Günahları siler.
El Rauf: Acıması ve Esirgemesi boldur.
El Malik’ül mülk: Mülkün ezeli ebedi sahibidir.Mülkün ezeli-ebedi sahibi sadece Allah’tır.
El Zülcelali vel İkram: Azamet ve Saltanat ve İkram sahibidir.
El Maksit: Dengelidir, Dengeleyicidir.
El Cami: Toplayan-derleyendir.
El Ganiyy: İhtiyaçsızdır, bolluk doludur.
El Muğni: Zenginlikleri verendir.
El Mani: Engelleyendir.
Ed Darr: Izdırap ve zarar verendir.
El Naif: Hayır ve Yarar getirendir.
El Nur: İsteklerini nurlandıran aydınlatandır.
El Hadi: Murada erdirendir.
El Bedi: Örneksiz, benzersiz şaşırtıcı olayların ve yaratıkların yaratıcısıdır.
El Baki: Varlığının sonu yoktur, Kalıcıdır.
El Varis: Herşeyin tek varisidir, sahibidir.
El Reşid: Olgunluğu erişilmezdir.
Es Sabur: Çok sabırlıdır.
Şüphesiz ki, bu konuda aktaracağımız çok konu var. Daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlerin; bu konuda yazılmış kitaplara başvurmalarını tavsiye ederiz.
Son olarak şunu söyleyebiliriz ki; kim Allah’ı anlatırsa anlatsın, vasfederse, vasfetsin, tanıtırsa tanıtsın; Allah, anlatanın, anlatmasından, tanıtanın tanıtmasından, vasfedenin vasfetmesinden, daha yücedir.
İMAM ALİ RIZA (a.s) ‘ın Sözlerinde TEVHİD
Allah’a ibadet etmedeki ilk aşama onu tanımaktır; Allah’ı tanımanın temeli ise onu “bir” bilmektir. Allah Teala’yı bir bilmenin esası ise, onu zatının dışındaki sıfatları ondan uzak bilmektir. Çünkü insanın aklı şahitlik etmektedir ki; sıfat ve sıfatlandırılmış olan her şey yaratılmıştır. Her yaratılmış da şehadet etmektedir ki; kendisini yaratan bir yaratıcısı vardır ve o yaratıcı ne sıfattır, ne de sıfatlandırılmıştır. Her sıfat ve sıfatlandırılmış devamlı birlikte olmak zorundadır. İki şeyin devamlı birlikte olması ise, onların sonradan yaratılan olduğuna delalet eder. Sonradan olmak ise, ezeli olmakla çelişmektedir. Öyleyse Allah Teala’nın özünü yaratıklarına benzeterek onu tanımaya çalışan gerçekte onu tanımamıştır. Allah Teala’nın özünü kavramaya çalışan gerçekte tevhide inanmamıştır; onun benzerinin olduğuna inanan, hakikatini anlamamıştır; onun benzerinin olduğuna inanan, hakikatini anlamamıştır; onun bir nihayeti olduğunu farz eden, onu tasdik etmemiştir; ona işaret etmek isteyen gerçekte ona doğru yönelmemiştir (başka bir yöne yönelmiş ve başka bir vücuda işaret etmiştir); onu tespih eden gerçekte onu kastetmemiştir; Allah’ın cüzleri olduğuna inana geçekte onun karşısında boyun eğmemiştir; akli gücü ile onun hakikatini derk etmek isteyen, gerçekte Allah’ı irade etmemiştir (ona doğru yönelmemiştir) Nefsi ve zatı vasıtasıyla tanınan her şey sonradan yaratılmıştır. Varlığı başkasının varlığına bağlı olan her şey muhtaç olduğu sebebe muhtaçtır. Allah Teala’nın varlığına, yaratıkları vasıtasıyla delil getirilmektedir. Akıl vasıtasıyla onu tanıma gerçekleşmekte ve fıtrat vesilesiyle de hüccet halka tamam olmaktadır. Allah’ın kulları yaratması, kendisiyle kulları arasında bir perdedir. Allah’ın kullarından uzaklığı (maddi ve mekansal bir uzaklık değil), onun varlığının kulların varlığının nitelikleriyle farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Yaratıkların bir başlangıcının olması, kullar için Allah’ın ezeli oluşuna bir delildir. Çünkü başlangıcı olan bir şey, başka bir şeyin başlangıç nedeni olamaz. Allah Teala’nın mahluklarına vesile ve uzuvlar vermesi kendisinin bu vesilelere ihtiyaç duymadığının göstergesidir. Çünkü vesileler, sahibinin acizlik ve fakirliğinin göstergesidir. Onun isimleri tabir, fiilleri anlatma, zatı hakikat, özü mahluklardan ayrılması, bekası ise diğer varlıkların sınırıdır. Allah’ı vasfetmeye kalkışan onu tanımamıştır. Onu düşüncesiyle kuşatmaya yeltenen gerçekte onu bırakıp başka bir şeyi kuşatmıştır; Allah’ın özünü kavramaya kalkışan yanılmıştır.
Kim Allah’ın nasıl olduğunu sorsa onu mahluklara benzetmişti; kim Allah’ın niçin, nasıl, hangi yoldan varolduğunu sorsa, onun için sebeb düşünmüştür; kim Allah ne zamandan beri vardır? Diye sorsa, onun için vakit tayin etmiştir; kim Allah nerededir, diye sorsa onun mekanı olduğunu zannetmiştir; kim Allah’ın nereye kadar olduğunu sorsa, onun için mekan açısından bir son düşünmüştür; kim Allah ne zamana kadar vardır? Diye sorsa onun için zaman açısından bir son düşünmüştür, bir süre tanımıştır; her kim ona süre tanısa, onun için bir sınır çizmiştir; ona sınır çizen onu parçalar halinde düşünmüştür; parçalara ayıran da onu vasıflandırmıştır. Her kim onu vasfederse, sapıklığa düşmüştür.
Allah Teala mahlukların değişimiyle değişime uğramaz, o sınırlanmışın sınırlılığıyla da sınırlanmaz. Birdir ama, birliği sayısal değildir. O, zahirdir ama, ona dokunulamaz. Aşikardır ama, görülmez. Batın ve saklıdır ama, kullarında ayrı değildir. Uzaktır ama,uzaklığı mesafe açısından değildir. Yakındır ama, mekan yakınlığı yönünden değil. Latiftir ama, cisimsel olarak değil. Vardır ama, yokluktan sonra değil. Faildir ama, failliği mecbur olarak değildir. Karar alandır ama, fikirle değil. Tedbir edendir ama, hareketle değil. İrade edendir ama, vesileyle değil. Duyan ve görendir ama, kulak ve gözle değil.
Zamanı ve mekanı yoktur. Uyuklamaz. Muhtelif sıfatlara sahip olmak, onu sınırlayamadığı gibi vesileler de onu sınırlayamaz. O hem zaman ve hem de yokluktan önce vardı. Bütün başlangıçlardan önce vardı. Duyu organlarını yaratması, onda duyu organı olmadığının delilidir. Cevherleri yaratması, onun cevherlerden teşkil olmadığının delilidir. Eşya arasındaki icat etmiş olduğu zıtlıktan kendisinde hiçbir zıtlığın olmadığı anlaşılmaktadır. İşler arasında icat ettiği ahenk ve birliktelikten kendisiyle birlikte olan hiçbir şeyin olmadığı anlaşılmaktadır. Aydınlık ve karanlık, açıklık ve gizlilik, kuruluk ve yaşlık, soğukluk ve sıcaklık arasında zıtlık icat etmiştir. Birbirinden uzak şeyleri birbirlerine yakınlaştırmış ve birbirlerine yakın olan şeyleri ise birbirinden ayırmıştır. Bunların ayrılık ve yakınlığı, onları yakınlaştıran ve uzaklaştıran birinin varlığına bir delildir.
Şu ayette: “Her şeyden iki çift yarattık, ta ki düşünüp öğüt alasınız.” (Zariyat/49) bahsedilen bu meseleye işaret etmektedir. Bununla öncelik ve sonralık arasında ayrılık icat etti ki kendisinin öncesi ve sonrasının olmadığı belli olsun. Yaratıklardaki içgüdüler, onlara bu güdüleri verenin güdüsüz olduğunun nişanesidir. Varlıklar arasındaki farklılık ve eksiklikler, onları bu şekilde yaratanın her türlü eksiklikten uzak olduğunun göstergesidir. Varlıkların zamanlı oluşları, onları zamanlı yaratanın zamansız olduğunun delilidir. Varlıkların bazılarını bazılarına saklı kıldı ki kendisiyle varlıklar arasında hiçbir hicabın olmadığı anlaşılsın.
O hiçbir varlığın olmadığı zaman Rab ve hiçbir mülkün olmadığı zaman malikti. O zaman ki, bilinebilecek hiçbir varlık yoktu Allah Teala bilendi. O zaman ki, hiçbir yaratık bu alemde yoktu o, yaratıcıydı. O zaman ki, duyulabilecek hiçbir şey yoktu o, işitendi. Allah Teala varlıkları yaratmaya başladığından beri değil; varlıkları yaratmadan ve icat etmeden önce de yaratıcı sıfatına sahipti. Nasıl olur da başka türlü düşünülebilir? Oysa ki, onun başlangıcı yoktur. Onu başlangıca delalet eden “den” ekiyle anarak bazı zamanlarda yok saymak mümkün değildir. O, devamlı ve bütün zamanlarda vardı. “Kad” (ki Arapça’da bir zamanın diğerine oranla yakınlığına delalet eder) kelimesi onun zamanının yakın, olduğunun göstergesi olamaz; çünkü bütün zamanlar ister uzak olsun, ister yakın, onun için birdir.
“Lealle” (“şayet” ve benzeri kelimeler ki, bizler arasında bir işin bir engelden dolayı olmama ihtimali olduğunda kullanılıyor) Allah Teala hakkında geçerli olamaz.(çünkü onun iradesinin vukusu kesindir.)
“Meta” ve “hine”(ne zaman ve o zaman) kelimeleri Allah Teala için zaman tayin etme manasında değildir. (Allah hakkında zaman kelimesini kullanma onun zamanın hudutları içinde olduğunun göstergesi değildir.)
Aynı şekilde, Allah hakkında “mea” (ile, birlikte) kelimesinin kullanılması onun başka bir şeyle birlikteliği manasında değildir.
Araç ve vesileler ancak kendileri ve kendileri gibi olan şeyleri sınırlayabilirler. Araç ve vesileler, Allah Teala’da değil, diğer varlıklarda tesir bırakabilirler. “Moz” (Zaman) Allah dışındaki varlıkların, kadim (önceliksiz ) olmamasına neden oldu. “Kad” (zamansal yakınlık) onların ezeli olmalarına engel oldu. “Levle” (olmasaydı) kelimesi onları mutlak kemalden uzaklaştırdı. Onlardaki ayrılık, onları ayıranın vücudunun delilidir. Onlardaki farklılıklar, bu farklılıkları var edenin varlığını açıklamıştır. Varlıkların yaratıcısı o, varlıklar vasıtasıyla zihninde tecelli etmiş ve onlar vesilesiyle gözlerden saklanmıştır. Fikirler için Allah’ın varlığına delil getirmenin ölçüsü yine varlıkların kendisi olmuştur. Varlıklarda değişimi öngörmüş; delillerini varlıkların esası üzerine bina etmiştir. Allah Teala kendi birliğine ikrarı, bu varlıklara varlıkları vesilesiyle tanıtmıştır (ilham etmiştir). Allah Teala’nın tasdiki akıllar vasıtasıyla gerçekleşir. Allah’a ikrarla iman kemale erer. Marifet olmadan dindarlık olmaz. İhlas olmadan da marifet elde edilmez. Allah Teala’yı yarattıklarına benzetmekle ihlas olmaz. Teşbih için sıfat ispat etmekle (Allah’ın zatına izafi bir sıfat eklemekle reddetmek, teşbih inancını reddetmek) olmaz. Öyleyse yaratıkta olan her şey, onun yaratıcısında bulunmaz. Yaratıkta mümkün olan her şey, onu icat edende imkansızdır. Onda hareket ve durgunluk tasavvur edilemez. Nasıl olur da kendi yarattığı şey, kendisinde varolabilir? Ya da nasıl olabilir ki, kendisinin yarattığı bir şey onun kendisine dönebilir(nasıl onun bir mısdakı olabilir)? Eğer böyle olsaydı, zatında noksanlık meydana gelir, künhü (özü) kısımlara ayrılır (birliği bozulur) ve ezelliği imkansızlaşırdı. Neticede yaratıcı, ayrı yaratılan gibi olurdu.
Eğer onun için arka taraf tasavvur edilirse, ön taraf da tasavvur edilmiş olur. Eğer onun için tamam olmak düşünülse, noksanlık da düşünülür. Eğer sonradan varolma onun için imkansız olmasaydı, ezelilik nasıl onun için söz konusu olabilir? İcat olmaktan imkansız olmayan, eşyayı nasıl icat edebilir? Eğer böyle olmuş olsaydı yaratılmış olmanın alametleri onda varolmuş olurdu. O zamanda diğer varlıklar onun nişanesi olmaz, onun kendisi (başka bir varlık için) nişane olurdu.
İmkansızlık dahilinde bile sözün, delil olabilmesi mümkün değildir; Allah hakkında cevab da değildir. Aksi takdirde Allah’ın yüceliği ve saygınlığı söz konusu olmaz. Böyle bir sözü halka beyan etmemek haksızlık değildir. Gerçekte ezeli olan (başlangıç söz konusu olmayan) “bir”den fazla ve bileşik olamaz; başlangıcı olmayan da mahluk olamaz. Ezeli olan bir varlıkta ikilik ve başlangıcı olmayan bir varlığın başlangıcı olması imkansızdır. Yüce ve büyük olan Allah’tan başka ilah yoktur. Allah’ın dengi olduğunu söyleyenler (ona şirk koşanlar) yalancı, yoldan çıkmış ve açık bir hüsran içindedirler. Allah’ın selamı Muhammed (s.a.a)’e ve onun pak Ehl-i Beyt’ine olsun.