Gadîr-i Hûm Hadisi Hakkındaki İtirazlar ve Cevapları
Bilindiği gibi Ehlibeyt mektebinin “imamet” konusunda ileri sürdüğü en önemli delillerden ve naslardan birisi “Gadîr-i Hûm” hadisidir. Bu hadis Sünnî kaynaklarda da geniş bir şekilde nakledilmiştir. Ancak bir çok Sünnî alim, Ehlibeyt mektebinin bu hadisten imamet konusunda çıkardığı sonucu kendilerine göre çürütmek için çeşitli yollara baş vurmuşlardır. Bazıları hadisin senedinde sorun olduğunu ileri sürmüş, bazısı sahih olsa bile mütevâtir olmadığını iddia etmiş, bazısı tarihi açıdan doğru olamayacağını, zira o sırada Hz. Ali’nin Yemen’de olduğunu ispatlamaya çalışmış, bazısı ise bu yolla istediği sonuca varamayacağını görünce hadisin müfredatını (mevlâ kelimesi gibi) kendi istekleri doğrultusunda tevil etmeye kalkışmış, bazısı ise hadisin bazı bölümlerini kabul, bazısını reddederek amacına ulaşmayı yeğlemiş, bazısı ise hadisi bir yana bırakmış, hadisin dışında bazı dayanaklara dayanarak hadisin doğru olamayacağını veya ondan çıkarılan sonucun yanlış olduğunu ispatlamaya uğraşmışlardır. Biz inşallah bu yazıda önce bu olayı ve onunla ilgili hadisi sadece Sünnî kaynaklara dayanarak kısaca nakledip daha sonra Sünnî alimlerin yukarıda bahsettiğimiz itirazlarını teker teker ele alıp detaylı bir şekilde cevaplamaya çalışacağız, bi-iznillah.
Önce Ehlisünnet kitaplarında Gadîr-i Hûm’la ilgili rivayetlerin bazısını nakledip asıl mevzuumuza geçeceğiz. Elbette bu konudaki rivayetlerin hepsini nakledip tahlil etmek bizim konumuzu aştığı için daha detaylı ve kamil bilgi isteyen kardeşlerimize iki değerli eseri tavsiye ediyoruz. Arapça bilen kardeşlere Merhum Allâme Emînî’nin dev eseri “El-Gadîr”in 1. cildine, Arapça bilmeyen kardeşlere ise, Abdulkadir Çuhacıoğlu kardeşimizin değerli eseri “El-Hasâis” kitabının tercüme ve şerhindeki “Gadîr Hadisleri” bölümüne müracaat etmelerini tavsiye ediyoruz.
1- İmam Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde şöyle nakledilmektedir: “Abdullah bize babasından, o da Affân’dan, o da Hammâd b. Seleme’den, o da Ali b. Zeyd’den, o da Adiy b. Sâbit’ten, o da Berâ’ b. Âzip’ten şöyle nakletmiştir: “Biz, bir yolculukta Resulullah (s.a.a) ile birlikteydik. “Gadîr-i Hûm” denen yerde konakladık. Hepimizin toplanması için çağrı yapıldı. İki ağacın altı Allah Resulü için temizlendi. Allah Resulü öğle namazını kıldıktan sonra Ali’nin elini tuttu ve şöyle buyurdu: “Acaba benim her mu’mine kendi nefsinden daha evla olduğumu (üzerinde velâyet ve tasarruf hakkına sahip olduğumu) bilmiyor musunuz? (Müslümanlar) “Evet biliyoruz” dediler. Bunun üzerine Ali’nin elini tuttuğu halde şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlâsı isem, Ali onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol.” Sonra Ömer (b.Hattâb) Ali’nin karşısına geçip ona şöyle dedi: “Ne mutlu sana ey Ebû Talib’in oğlu, her mu’min erkeğin ve her mu’mine kadının mevlâsı oldun.” Bu hadis Müsned-i Ahmed b. Hanbel’de takriben onbeş yerde ve bazı yerde birkaç senetle nakledilmiştir ki biz bir tanesiyle yetiniyoruz
Hakim Nişâbur-i “Müstedrek-üs Sahihayn” kitabında Gadîr hadisini hemen hemen aynı muhtevayı taşıyan değişik tabirlerle ve kitabının muhtelif yerlerinde nakletmiştir. Örneğin şöyle diyor: “Ebû-l Hüseyin Muhammed b. Ahmed b. Temîm Hanzalî bize Bağdât’ta, Ebû Kilâbe Abdulmelik b. Muhammed er-Rakkâşî’den, o da Yahyâ b. Hammâd’dan, o da Ebu Bekir Muhammed Ahmed b. Babeveyh ve Ebu Bekir Ahmed b. Cafer-il Bezzaz’dan, o ikisi de Abdullah b. Ahmed b. Abdullah’tan, o da babasından, o da Yahya b. Hammad’dan; yine bize Ebû Nasr Ahmed b. Sehl (Buhâr’a Fakihi), Salih b. Muhammed (Hafız Bağdâdi)’den, o da Halef b. Sâlim Mahremî’den, o da Yahyâ b. Hammâd’dan, o da Ebû Avâne’den, o da Sabit’ten, o da Ebû Tufeyl’den, o da Zeyd b. Erkam’dan şöyle nakletmiştir: “Allah Resulü (s.a.a) Vedâ Haccı’ndan dönerken Gadîr-i Hûm denen yerde indiğinde, diken ağaçlarının altının süpürülüp temizlenmesini emretti. (İnsanlar yerleştiğinde) şöyle buyurdu: “Öyle gözüküyor ki ben Allah tarafından kendi indine çağırılmışım ve ben de icabet etmişim (vefatım yaklaşmıştır). Hiç şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır-paha biçilmez emanet bıraktım. Onlardan biri diğerinden daha büyüktür, Allah’ın kitabını (Kur’ân’ı) ve İtretim’i (Ehlibeyt’imi). Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksınız? Şüphesiz onlar, (Kevser) havzu başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.” Sonra şöyle devam ettiler: “Muhakkak ki Allah Azze ve Celle benim mevlâmdır, ben de her mu’minin mevlâsıyım.” Sonra Ali’nin elinden tuttu ve şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlâsı isem, bu (Ali) de onun velisidir. Allah’ım onu seveni sev, ona düşmanlık besleyene düşman ol…” Ve hadisi sonuna kadar zikretmiştir. Bu hadis Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir. Ama onlar hadisi sonuna kadar nakletmemişlerdir.”
Evet Sahîh-i Müslim’de bu hadisin sadece bir bölümü nakledilmiştir.
Hâkim Nişâburî bu hadisi naklettikten sonra aynı hadisi başka senetlerle de nakletmektedir; ancak o nakillerde, hadiste “Ben kimin mevlâsıysam, bu (Ali) de onun velisidir” cümlesinden önce şu ilave de mevcuttur: “Sonra üç defa buyurdu: “Benim mu’minlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğumu biliyor musunuz?” “Evet” diye cevap verdiklerinde şöyle devam etti: “Ben kimin mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır.”
İbn-i Mâce kendi süneninde şöyle yazıyor: “Ali b. Muhammed bize Ebû-l Hüseyin’den, o da Hammâd b. Seleme’den, o da Ali b. Zeyd b. Ced’ân’dan, o da, Adiy b. Sâbit’ten, o da Berâ’ b. Âzip’ten şöyle rivayet etmiştir: “Allah Resulü’nün yaptığı hacda, bizde onunla birlikteydik. Yolun bir yerinde inip insanların toplanmasını emretti ve Ali’nin elinden tutarak şöyle buyurdu: “Ben mu’minlere onların kendilerinden daha evla değil miyim?” “Evet” dediklerinde şöyle devam etti: “Ben her mu’mine kendi nefsinden daha evla değil miyim?” Yine “Evet” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bu (Ali), ben kimin mevlâsı isem onun velisidir. Allah’ım, onu seveni sev; Allah’ım, ona düşman olana düşman
Tirmizî de aynı manayı içeren bir rivayeti kendi Sünen’inde nakletmiştir.Önceden değindiğimiz gibi Ehlibeyt mektebi, diğer bir çok aklî ve naklî delilin yanı sıra, “Gadîr Hadisi” diye meşhur olan bu hadisi de Hz. Emir’ul-Mu’minin Ali’ (a.s)’ın Resulullah’tan sonra ilk halife olması gerektiğine güçlü bir delil ve nass olarak görmektedir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi Ehli Sünnet alimleri çeşitli açılardan buna karşı çıkmış ve Şia’nın bu hadisten çıkardığı sonucu çürütmeye çalışmışlardır. Biz bu makalede bu itirazları sırasıyla ortaya koyup cevaplamaya çalışacağız inşallah:
1- Sünnî alimlerden bir kısmı bu hadisin senetlerinin doğru olmadığını, bir kısmı ise senedi doğru bile olsa mütevâtir olmadığını ileri sürerek onu gölgelemeğe çalışmışlardır. Örneğin Kadı Azududdin Îcî “Mevâkıf” kitabında şöyle diyor: “Biz bu hadisin sahih olduğunu inkar ediyoruz. Onun zaruri (mütevâtir) olduğunu söylemek ise delilsiz bir iddiadır. Hadis erbabının çoğusu onu nakletmediği halde nasıl mütevâtir olabilir?”
İbn-i Hacer Heysemî ise şöyle diyor: “Şia, imâmet için getirilen delillerin mütevâtir olması gerektiğinde müttefiktir. Oysa bu hadisin mütevâtir olmadığı malumdur. Zira hadisin sahih olup olmadığı ihtilaflıdır ve hadisin sahihliğine itiraz edenlerden bir kısmı hadis ilminin öncülerinden sayılmaktadırlar; Ebû Dâvud Sicistanî, Ebû Hâtem Râzî gibi. Demek ki bu hadis ahad bir hadistir ve sahihliğinde ihtilaf edilmiştir.”
İbn-i Hazm ve Teftâzânî de benzer şeyler söylemişlerdir
Cevap: Bize göre tarih ve hadisten az buçuk haberdar olan bir kimse için, bu eleştirinin hiçbir sağlam dayanağının olmadığı ve taassup ve önyargıdan kaynaklandığı açıktır. Yoksa bu hadisi inkar, sofistlerin hissiyatı inkar etmesi veya İslâm tarihinin meşhur olaylarını (Bedir, Uhûd savaşları gibi) inkar etmek gibi bir şeydir. Bizim amacımız bu konuyu bir makaleye sığdırmak olduğu için, detaylara girmeden, hadisin senet ve kaynaklarıyla ilgili genel ve kaba bilgiler vereceğiz. Daha geniş ve detaylı bilgi isteyenler şu kaynaklara baş vurabilirler:
a) El-Gadîr (Allâme Emînî)
b) Abekât-ül Envâr (Mîr Hâmid Hüseyin)
c) İhkâk-ul-Hak (Şehid Kâdî Nurullah Şuşterî)
d) El-Hasâis Şerhi (A. Çuhacıoğlu) Kevser Yayınları.
İhkâk-ul Hak kitabında “Gadîr Hadisi”nin mütevâtir olduğunu itiraf eden 14 büyük Sünnî alimin isimleri verilmektedir; ez cümle, Suyûtî, Cezrî, Celâleddin Nişâbûrî, Türkmanî, Zehebî ,İbn-i Hazm da aynı şeyi söylemiştir.
Merhum Allâme Emînî, büyük Sünnî alimlerden, Gadîr hadisinin çeşitli tarik ve senetlerinin sahihliğine itiraf eden 43 kişinin isimlerini kaynaklarıyla birlikte vermiştir; ez cümle; Sa’lebî, Vâhidî, Fahrettin Râzî, Suyûtî, Kâdî Şevkânî veYine otuz Sünnî müfessirin adını veriyor ki hepsi tebliğ ayetinin Gadîr-i Hûm olayında indiğini ve Gadîr hadisiyle alakalı olduğunu kabul etmişlerdir. (Tirmizî, Tahavî, Hâkim Nişâbûrî, Kurtubî, İbn-i Hacer Askalânî ve …)
Tebliğ ayeti şudur: “Ey Resul, sana indirileni tebliğ et! (İnsanlara ulaştır) ve eğer bunu yapmazsan peygamberliğini tebliğ etmemiş gibi olursun. Ve Allah seni insanlardan koruyacak.” (Mâide, 67İhkâk-ul Hak kitabında ise Gadîr hadisi, Ehlisünnet’in elli muteber kaynağından nakledilmiştir. Ezcümle: Sünen-ül Mustafâ, Müsned-i Ahmed, Hasâis-i Nesâî, İkd-ul Ferîd, Hilyet-ül Evliyâ…
Şimdi Merhum Allâme Emînî’nin eserine dayanarak büyük Sünnî alimlerden bazılarının Gadîr hadisi hakkındaki görüşlerini aktarmaya çalışacağız:
Ziyâüddin Mukbilî: “Eğer Gadîr hadisi kat’î değilse, demek ki dinde kat’î olan hiç bir şey yoktur.”
İmâm Gazâlî: “Müslümanların cumhuru, Gadîr hadisinin metni üzerinde icmâ’ etmişlerdir.” sözüne itibar edilmeyecek.
Bedahşî: “Sözüne itibar edilmeyecek mutaassıp ve inkarcı kimsenin dışında, Gadîr hadisinin doğruluğunda kimse tereddüt etmez.”
Âlûsî: “Gadîr hadisi bizim yanımızda sâbit olan sahih bir hadistir ve hiçbir sakıncası yoktur. Hem Resulullah’tan (s.a.a) hem de Hz. Ali’den mütevâtir bir şekilde nakledilmiştir.”
Hâfız İsfahânî: “Gadîr hadisi yüz sahabî tarafından nakledilen sahih bir hadistir ki Aşere-i Mübeşşere de onların içindedir. Hâfız Sicistânî onu 120 sahabîden ve Hâfız İbn-ül Alâ Hemedânî ise 150 sahabîden nakletmişlerdir
Hâfız İbn-i Hacer Askalânî, Tehzîb-üt-Tehzîb kitabında, Gadîr hadisinin bazı tariklerini ve bazı râvilerini açıkladıktan sonra şöyle diyor: “İbn-i Cerir Taberî Gadîr hadisinin senetlerini tek kitapta toplamış ve onun sahih bir hadis olduğuna hükmetmiştir. Ebû-l Abbâs İbn-ül-Ukde de bu hadisi 70 veya daha fazla sahabîden nakletmiştir.”
Yine Sâhih-i Buhârî’nin şerhi olan Feth-ül Bârî kitabında şöyle diyor: “Ben kimin mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır” hadisini, Tirmizî ve Nesâî gibileri nakletmiştir. Bu hadisin çok fazla senet ve tarikleri vardır ki bunların hepsini İbn-i Ukde müstakil bir kitapta bir araya toplamıştır. Bu tarik ve senetlerin çoğusu sahih veya hasendir. İmâm Ahmed b. Hanbel’den bize şöyle nakledilmiştir: “Hz. Ali’nin faziletleri hakkında bize nakledildiği kadar hiçbir sahabî hakkında (fazilet) nakledilmemiştir.”
Kundûzî-yi Hanefî, Gadîr hadisini muhtelif senetlerle ve muhtelif kaynaklardan naklettikten sonra şöyle diyor: “Meşhur tarih Sahibi Muhammed b. Cerir Taberî, Gadîr hadisini 75 tarikten nakletmiş ve bu konuda “El-Vilâye” isimli bir kitap yazmıştır. Yine Ebû-l Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Said b. Ukde, yazdığı müstakil bir kitapta bu hadisi 150 tarikten nakletmiştir.”
Hâfız Muhammed b. Muhammed b. El-Cezrî ed-Dimeşkî, “Münâşede” hadisi diye meşhur olan Hz. Ali (a.s)’ın Gadîr hadisi ile ettiği ihticâcı naklederken şöyle diyor: “Bu hadis hasen bir hadistir ve bu rivayet (münâşede) mütevâtir bir şekilde Hz. Ali (a.s)’dan nakledilmiştir. Nasıl ki Gadîr hadisi de mütevâtir bir şekilde Hz. Resulullah’tan nakledilmiştir. Bir çok grup onu başka bir çok gruptan nakletmişlerdir. Dolayısıyla bu hadisi taz’if edenlerin sözüne itina edilmemelidir; zira onların esasen hadis ilminden doğru düzgün haberleri yoktur.”
Gerçi “Buhâri” ve “Müslim” bu hadisi tümüyle sahihlerinde nakletmemişlerdir. (Sadece Müslim, kısa bir bölümünü Zeyd b. Erkam’dan nakletmiştir.) Fakat bu, Gadîr hadisinin sağlamlığına halel getirmez; zira bu iki kitapta nakledilmediği halde, hatta Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahih olan onlarca hadis gösterilebilir. Bundan dolayı da onlara kaç tane Müstedrek yazılmıştır ki Hâkim Nişâbûrî’nin Müstedrek’i bunların en genişidir. Kaldı ki bütün sahih hadisler, sadece Buhârî ve Müslim’de bulunanlardan ibaret olsaydı, o zaman başka “Sihâh” kitapların yazılmasına gerek kalmazdı. Oysa onlardan sonra yazılan bir çok Sihâh ve Sünen kitapları vardır. Evet hiçbir münsif alim veya araştırmacı yoktur ki Buhârî ve Müslim’le kendisini başka kitaplardan müstağni görsün. Hatta Buhârî ve Müslim’in kendileri de, kitaplarında topladıkları hadislerin sahih olduğunu, ama bütün sahih hadislerin onlardan ibaret olmadığını ve başka bir çok sahih hadisi, bazı nedenlerden dolayı kitaplarına almadıklarını açıkça itiraf etmişlerdir.
Buna ilaveten Merhum Allâme Emînî, Gadîr hadisini Buhârî ve Müslim’in hadis hocalarından sayılan 29 kişiden nakletmiştir.
Ne kadar ilginçtir ki Gadîr hadisine bu eleştiriyi getiren İbn-i Hacer bile kitabında şöyle yazmaktadır: “Gadîr hadisi hiçbir şüphe götürmeyecek sahih bir hadistir ki Tirmizî, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel gibi alimler, onu çeşitli senetlerle nakletmişlerdir; bu cümleden 16 sahabî onu nakletmiştir. Hatta Ahmed b. Hanbel sahabeden otuz kişinin duyduğunu ve naklettiğini ve Hz. Ali’nin hilâfetinde ihtilaf çıktığında bu hadisi duyduklarına şehâdet etmişlerdir
Aynı kitabın bir başka yerinde yine şöyle diyor: “Gadîr hadisini, sahabeden otuz kişi Resulullah (s.a.a)’den nakletmişlerdir ve onun senetlerinin çoğusu sahih veya hasendir
Demek ki İbn-i Hacer gibi hadisin sıhhatini eleştirenlerin bile kendi söylediklerine inanmadığını itiraf etmekte ve aynen şöyle yazmaktadır: “Hadisin sıhhatini reddedenlerin sözüne itina edilmemelidir.”
Muâsır yazarlardan da bir çoğu Gadîr hadisini kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Ahmed Zeynî Dehlân, Muhammed Abduh, Abd-ül Hâmid Alûsî, Ahmed Ferid Rıfâî, Ömer Farrûh gibi
Son olarak şunu da hatırlatmak gerekir ki Şia’nın imâmet de dahil itikadî konularla ilgili hadislerde mütevâtir olmayı ve kesinliği şart koşması doğrudur. Ve Gadîr hadisi Şia kaynakları açısından mütevâtir ve kat’idir. Hatta Ehlisünnet alimlerinden bir çoğunun da kendi kaynaklarındaki nakilleri dikkate alarak bu hadisin mütevâtir olduğunu itiraf ettiklerine daha önce değinmiştik. Ancak şunu bilmek gerekir ki hatta bu tevâtür söz konusu olmasaydı dahi Ehlisünnet’in bu açıdan Şia’ya itiraz hakkı yoktur. Zira onlar, imâmeti usûl-i dinden değil furû-i dinden saydıkları için, hadisin senedinin sahih olmasını yeterli görüyorlar; dolayısıyla hadisin mütevâtirliğini onlara ispat etme mecburiyetinde değiliz.
2- Gadîr hadisi hakkına ortaya atılan ikinci eleştiri ve itiraz, Kâdı Azudduddin’in de yazdığı gibi şudur ki Vedâ Hacc’ı sırasında Hz. Ali Mekke’de değil Yemen’deydi böyle bir durumda, bu hadis onun hakkında nasıl doğru olabilir?
Cevap: Bu eleştiri de yine bizzat Sünnî alimlerinin bir çoğu tarafından reddedilmiştir. Örneğin Seyyid Şerif Curcânî, Îcî’nin Mevâkıf kitabını şerh ederken, onun yukarıdaki sözünü naklettikten sonra şöyle diyor: “Bu görüş ve eleştiri reddedilmiştir. Zira, faraza Ali’nin Gadîr-i Hûm’da bulunmaması, Gadîr hadisinihn sıhhatini zedelemez. Çünkü gerçi bu hadisin bazı nakillerinde Resullullah’ın Hz. Ali’yi yanına çağırdığı ve elini yukarıya kaldırdığı gibi cümleler yer almaktadır, ancak bir çok nakilde de bu cümleler yer almamaktadır.”
İbn-i Hacer ise bu eleştirinin cevabında şöyle demektedir: “Gadîr hadisini sahih bilmeyen veya Hz. Ali’nin o sırada Yemen’de olduğunu iddia ederek Gadîr hadisini gölgelemeye çalışanın sözüne itibar edilmez. Zira Hz. Ali’nin Yemen’den döndüğünü ve haccı Resulullah’la birlikte yerine getirdiği sabittir.”
Gerçi Hz. Ali’nin Yemen’den döndüğü ve Vedâ Haccı’nda Resulullah’la birlikte hac yaptığı tarihi açıdan kesindir, ancak yine de merak edenlerin merakını gidermek için bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyan bir kaç meşhur Sünnî kaynağın ismini vermek istiyoruz. Taberî Tarih’inde (c.2, s.205), İbn-i Kesîr El-Bidâyet-u Ven-Nihâye isimli kitabında (c.2, s.184, aynı cildin 132. sayfasında da Hz. Ali’nin Yemen’den dönüşünü çeşitli kaynaklara dayanarak vermiştir), İbn-i Esîr El-Kâmil kitabında (c.2, s.302).
3- Gadîr hadisi hakkında Sünnî alimlerin ileri sürdükleri diğer bir eleştiri ve itiraz (belki de en önemli ve yaygın olanı), hadiste bulunan “mevlâ” kelimesiyle ilgilidir. Lügat kitaplarında bu kelime için bir çok mana zikredilmiştir; “evlâ”, “yardımcı”, “amca oğlu”, “komşu”, “sözleşen”, “köle âzâd eden” ve… Şia alimleri bir çok şâhid ve karineye dayanarak (ki bunları ileride göreceğiz inşallah) bu kelimenin “evlâ” yada başka bir tabirle velâyet sahibi, velî ve yönetici anlamına geldiğini söylemektedir. Bazı Sünnî alimleri ise bunu dost veya “yardımcı” anlamına tutmuş, buna gerekçe olarak da hadisin devamında geçen, “Allah’ım, onu seveni sev ona düşman olana düşman ol; ona yardımcı olana yardımcı ol, onu yalnız bırakanı, yalnız bırak” şeklindeki duayı göstermişlerdir. Yine “evlâ” manasına olamaz, zira Arpça’da “mef’al” vezni, “ef’al” manasında kullanılmamıştır!” diyorlar.
Büyük ihtimalle bu sözü ilk olarak Fahrettin Râzî Nihâyet-ül Ukûl kitabında ortaya atmış, daha sonra da başkaları ondan alıp nakletmişlerdir. Örneğin Kâdı Azududdin Îcî, Mevâkıf kitabında şöyle diyor: “Gadîr hadisindeki “mevlâ” kelimesinden maksat yardımcıdır; zira ondan sonra gelen “Allahumme vâli men vâlâhu” duasında bu manada kullanılmıştır. Mevlâ kelimesinden “evlâ” manasının kastedilmiş olması doğru değildir; çünkü “mef’al” vezni, “ef’al” manasında kullanılmamıştır.
İbn-i Hacer ise şöyle diyor: “Biz, mevlâ kelimesinin, Şia’nın kastettiği manada olduğunu kabul etmiyoruz. Zira hadisteki mevlâ kelimesinin manası yardımcıdır. Evet bu kelime bir çok manada kullanılmıştır: “köle âzâd eden”, “âzâd olmuş köle” işlerde tasarruf hakkına sahip olan”, “yardımcı”, “sevilen” ve… Eğer hadiste “mevlâ”yı “sevilen” anlamında kullanırsak, bu mana hem bize göre doğrudur hem de Şia’ya göre; zira Hz. Ali hem bizim sevdiğimiz bir kimsedir hem de onların. Ama “mevlâ” kelimesinin “imâm” anlamında kullanıldığı, ne şeriat açısından görülmüştür ne de lügat; şeriatta kullanılmadığı açıktır ve delile gerek yoktur, lügatte ise lügat alimlerinden hiçbirisi “mef’al” vezninin “ef’al” manasında kullanıldığını söylememiştir.”
Diğer Sünnî alimlerinin çoğusu da benzer şeyleri tekrarlayıp durmuşlardır.
Cevap: Gerçi lügat kitaplarında 27’ye yakın mana, içinde “evlâ” kelimesi de olmak üzere “mevlâ” için nakledilmiştir; ancak bunların içerisinde asıl olan “evlâ” manasıdır. Merhum Allâme Eminînî, El-Gadîr Kitabında bu 27 mananın hepsini zikrettikten sonra, onların her birisinde bir türlü evleviyet (öncelik) yönünün olduğunu ve bu yüzden “mevlâ” kelimesinin onlarda kullanıldığını ispatlamaya çalışmıştır. Her halükarda böyle olsun veya olmasın “Mevlâ” kelimesinin evlâ manasına kullanıldığı, İbn-i Hacer ve Îcî gibilerin iddiasının aksine kesindir. Onların kullanılmadığı iddiasının asılsızlığı o kadar açık ve yersizdir ki “Çelebî” Mevâkıf kitabına yazdığı haşiyesinde, Îcî’nin yukarıda naklettiğimiz sözünün altına şöyle dipnot düşmüştür: “Îcî’nin bu iddiası reddedilmiştir; zira “mevlâ” kelimesinin “mütevellî”, “emir sahibi”, “tasarrufta evlâ olan (tasarruf etme önceliğine sahip olan) manalarında kullanıldığı Arap lügatinde yaygındır. Ebû Ubeyde demiştir ki Kur’ân-ı Kerim’de “Bugün artık ne sizden ne de inkar edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. O (ateş) sizin mevlânızdır” (Hadid, 15) âyetinde geçen “mevlânızdır” kelimesi, size evlâdır demektir.” Resulullah’tan nakledilen “Hangi kadın ki mevlâ’sının izni olmadan nikahlanırsa, nikahı bâtıldır” hadisinde geçen Mevlâ da kadına evlâ olan ve onun adına tasarruf ve yetki sahibi olan anlamındadır.
Şunu da belirtmemiz gerekir ki mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanılmasının manası şudur ki mevlâ, sıfat manası içeren bir isimdir, kendisi sıfattır demek değildir. Dolayısıyla “Eğer Mevlâ, evlâ anlamında ise, neden evlâ kelimesi yerinde kullanılamıyor?” itirazı da yersizdir.”
Evet Ebû Ubeyde’nin tespiti tamamen isabetlidir. Aksi taktirde ateşin diğer zikredilen anlamlarda mevlâ olması nasıl düşünülebilir?!
Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, dev eseri Ebekât-ül Envâr kitabının bir buçuk cildini, sadece bu konuya, yani mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanıldığını itiraf eden lügatçi ve alimlerin görüşlerine ve onların güvenirliğini ortaya koyan belgelere ayırmıştır.
Merhum Allâme Emînî de Arap edebiyatının öncülerinden sayılan birçok alimin bu gerçeği itiraf ettiklerini isimleri ve eserleriyle birlikte vermektedir; Ferrâ’, Sicistânî, Cevherî, Kurtubî, İbn-i Esîr ve
Ebû Ubeyde’nin sözlerinde de geçtiği gibi hadislerde de mevlâ kelimesi evlâ anlamında kullanılmıştır; örneğin şu hadisi bir çok lügat alimi şahit olarak göstermiştir: “Mevlâsının izni olmadan nikahlanan kadının nikahı bâtıldır
Görüldüğü gibi bu hadiste kadının mevlâsı, onun velisi ve onun adına tasarruf hakkına sahip olan anlamındadır.
İşte bu yüzden Sahîh-i Müslim’de şu rivayet nakledilmiştir: “Köle kendi efendisine Mevlâ diye hitap etmesin; zira mevlâ Allah’tır.”
Evet asıl mevlâ (insanlar üzerinde söz sahibi ve tasarruf hakkına sahip olan), Allah-u Teala’dır.
Zamanının Ezher şeyhi olan büyük alim Merhûm Selim Bişrî de Merhûm Allâme Şerefuddin ile bu konuyu müzakere ettikten sonra mektubunda aynen şöyle yazıyor: “Ben yakin ediyorum ki Gadîr hadisinde geçen mevlâ kelimesi, sizin dediğiniz manada (evlâ) kullanılmıştır.”
Şunu da ilave etmemiz gerekir ki Merhum Mîr Hâmid Hüseyn’in de dediği gibi İbn-i Hacer ve diğer bazılarının iddiasının aksine mevlâ kelimesi “mahbûb” (sevilen) anlamında meşhur ve muteber lügat kitaplarının hiçbirisinde nakledilmemiştir. Örneğin şu kaynaklara bakılabilir:
“Sihâh-ül Lüga, Kâmûs-ul Lüga, Fâik En-Nihâye, Mecme-ul Bihâr, Tâc-ül Mesâdir, Müfredât-ül Kur’ân, Esâs-ül Belâğa, El-Mağrib, Misbâh-ül Münîr.”
Bizce bunların hepsinden daha önemli olan şey, Allah Resulü’nün (s.a.a) bu sözü dile getirdiğinde hangi manayı kastetmesi ve bunu duyan muhatapların o ortam ve şartlarda bu kelimeden ne anladıklarıdır. Bunu delil ve karineleriyle tespit ettikten sonra, hatta lügat ehli daha sonra mevlâ için bu manayı zikretmeselerdi dahi bizim amacımıza bir halel getirmezdi. Önemli olan sözü söyleyen ve bunu duyanların ondan neyi kastettikleri ve neyi anladıklarıdır.
Şimdi Allah’ın lütfuyla Resulullah’ın ve muhataplarının bu kelimeden evlâ anlamını anladıklarını gösteren önemli karineleri açıklamaya çalışacağız.
a- Resulullah (s.a.a)’in ashabından olan ve Gadîr-i Hûm’da hazır bulunan şâir ve edip sahâbî Hassân b. Sâbit Allah Resulü’nün okuduğu Gadîr hutbesinden sonra izin alıp bu olayı şiirleştirdi ve mealen şu manalara şiirinde yer verdi:
Gadîr-i Hûm gününde seslendi nebileri
Kulak verip dinledi cümlesi o serveri
“Mevlânız kimdir?” dedi, “Ve de size peygamber?”
Sessiz kalan olmadı, haykırdılar beraber
“İlâh’ın mevlâmızdır, sen de bizim nebimiz
Velâyet karşıtına rastlamazsın şüphesiz
İşte o an seslendi: “Kalk ayağa ya Ali!
Benden sonra imamsın, sensin hidâyet yolu
Ben kime Mevlâ isem, velisi Ali onun
Onu gönülden sevin, ona sıdk ile uyun
Sonra “Allah’ım!” dedi, “Sev Ali’yi seveni
Ona düşman olanın düşmanı ol İlâhî!”
Merhûm Allâme Emînî, Hassân b. Sâbit’in bu şiirini Ehlisünnet’in 12 ve Ehlibeyt mektebinin 26 kaynağından nakletmiştir ki arzu edenler dipnotta verdiğimiz adrese müracaat ederek bu kaynakları görebilirler.<!–[if !supportFootnotes]–>[39]<!–[endif]–>
b) Kays b. Sa’d b. Ubâde de bu konuyu şiirleştirmiştir ki şiirinin iki beyti şöyledir:
Ve Ali bizim imâmımızdır, başkasının da
İmamıdır, buna vahiy inmiştir
O gün ki Nebî dedi: Ben kime Mevlâ isem
Bu Ali’dir onun mevlâsı, ne güzel hutbeydi o!
Allâme Eminî bu şiiri de on iki kaynaktan nakletmiştir.
c) Amr b. Âs da Hz. Ali’ye karşı beslediği onca kin, hased ve düşmanlığa rağmen, Muâviye ile arasında geçen bir zıtlaşma ve inatlaşma sırasında, Muâviye’yi kızdırmak için Hz. Ali’nin methinde uzunca bir kaside söylemiştir ki biz konumuzla ilgili birkaç beytini vermekle yetiniyoruz:
Gadîr-i Hûm günü minbere çıktı
Kafile dağılmadan, emri tebliğ eyledi
Ben size nefislerinizden daha evla değil miyim?
Evet dediler, ne istersen onu yap
İşte o zaman Mu’minlerin emirliğini Allah’tan taraf
Verdi Ali’ye; verdi ona halifeliği İlahi bir etâ olarak
Ve dedi ki: Ben kime Mevlâ idiysem, bugün
İşte bu Ali de onun velisidir; ne güzel veli!…
Amr b. Âs’ın bu şiirini de Allâme Emînî sekiz Sünnî ve Şii kaynaktan nakletmektedir.
Allâme Emînî daha bir çok Arap şâir ve edebiyatçısının ismini veriyor ki hepsi Gadîr hadisindeki “Mevlâ” kelimesinden “evlâ” manasını anlamışlardır.
d) Hepsinden önemlisi, Hz. Ali (a.s)’ın kendisi Muâviye’ye yazdığı bir şiirinde aynı manayı dile getirmiştir ki bir beyti şöyledir:
Benim için kendi velâyetini size farz kıldı
Allah’ın Resulü, Gadîr-i Hûm Günü…
Bu şiiri de yine Merhûm Allâme Emînî, onbir Sünnî ve yirmialtı Şiî kaynaktan nakletmektedirGörüldüğü gibi bu olayı bizzat yaşayan ve Arap edebiyatında zamanlarının önde gelen isimlerinden olan sahâbîler, “mevlâ” kelimesinden, evlâlık, velâyet ve tasarruf hakkı, imâmet ve halifelik gibi manaları anladıklarını şiirlerinde açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.
e) Yine bu iddiamızı teyid eden önemli karinelerden birisi de ashâbın, ezcümle Ebu Bekir ve Ömer’in aynı manayı anladıklarını tebriklerinde ortaya koymalarıdır ki bir çok kaynakta takriben şu manayı ifade eden cümlelerle Hz. Ali’yi tebrik etmişlerdir: “Ne mutlu sana, ne mutlu sana, ey Ebûtalib’in oğlu, benim ve her mu’min ve mu’minenin mevlâsı oldun!”
Merhum Allâme Emînî, bu tebrik olayını da altmış Sünnî kaynaktan nakletmiştir ki Müsned-i Ahmed, Tarih-i Taberî ve Müsennef-u Ebi Şeybe bunlardan bir kaçıdır.
Gerçekten eğer “Ali de onun mevlâsıdır” cümlesinden, dost veya yardımcı kastedilmiş olsaydı, bunun tebrik edilmesi son derece abes kaçmaz mıydı?!
f) Mevlâ kelimesinden velâyet ve evlâlık anlamının kastedilmiş olmasını teyit ve tasdik eden bir diğer karine, olaya şâhid olan bazı münafıkların buna şiddetli bir şekilde karşı çıkmasıydı ki Hâris b. Nu’mân el-Fihrî olayı meşhurdur. Öyle ki adam Resulullah’a gelerek “Eğer bu olay Allah tarafından gerçekleşmiş ise, Allah’tan isteyin bana azap nazil eylesin” demmiş ve bunun üzerine başına taş düşüp helak olmuştur. Bu olay bir çok Sünnî ve Şii kaynakta zikredilmiştir ki Allâme Emînî bunu otuz Sünnî kaynaktan nakletmektedir
Şimdi insaflı bir şekilde bu olay üzerinde düşünelim. Acaba gerçekten Hâris gibilerini gazap ve galeyana getiren Hz. Ali’nin dostluğunu veya yardımcılığının ilan edilmesi miydi? Eğer bu ise, bundan önce Allah Resulü defalarca Hz. Ali’nin muhabbeti ve sevilmesi gerektiği hakkında açıklamalarda bulunmuştu. Daha da ilerisi bizzat Kur’an, meveddet ayetinde (Şura, 23) Hz. Ali de dahil bütün Ehlibeyt’in muhabbetini ümmete farz kılmıştı. Neden o zaman Haris ve yandaşları bu kadar öfkelenmemişlerdi?! Demek ki onlar bu kelimeden daha önemli ve hayati bir sonuç çıkarmışlardı ki bunu hazmedemiyorlardı!
g) Bu konudaki bir diğer şahidimiz, şudur ki âyet-i kerimeden de (Mâide, 67) anlaşıldığı üzere Allah Resulü’nün bazı kaygı ve korkuları vardı. Bu korku ve kaygıların şahsî ve nefsî korkular olmadığı açıktır. Zira Kur’ân’ın açık ifadesiyle Peygamberler, İlahî risâletleri tebliğ hususunda Allah’tan gayrı kimseden korkmazlar: “Onlar (Peygamberler), Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka kimseden korkmazlar…” (Ahzâp, 38-39)
Evet hadislerin de beyan ettiği gibi Allah Resulü (s.a.a)’in kaygı ve korkusu, bir çok insanın hased, taassup vb. sebeplerden dolayı Hz. Ali’nin hilâfetini kabul etmede zorlanacağı, hatta dinden çıkabileceğinden ve çıkacak ihtilaf ve fitnelerden dolayıydı. Ama bilahare Allah-u Teala ayeti indirerek Resulullah’ı rahatlattı ve onu ve misyonunu koruyacağına dair garanti verdi.
Şimdi eğer gerçekten mevlâ kelimesiyle Allah Resulü Hz. Ali’nin dostluk ve yardımcılığını ilan etmeyi amaçlamış olsaydı, bunun korkulacak ve kaygılanacak bir tarafı olabilir miydi?!
Yine hemen hatırlatalım ki Merhûm Allâme Emînî, Maide 67. âyetin Gadîr-i Hûm olayıyla ilgili nazil olduğunu ve Allah Resulü’nün kaygısının bunu ilan etmekten dolayı olduğunu, Ehlisünnet’in otuz kaynağından nakletmektedir
ğ) Öte yandan Merhûm Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, büyük eseri Abekât-ül Envâr kitabında, diğer bir çok tarikten Gadîr hadisini nakletmiştir ki o nakillerde “Ben kimin mevlâsı isem…” cümlesi yerine şöyle nakledilmiştir: “Ben kime onun nefsinden (özünden) daha evlâ isem, Ali onun velisidir.”
Hatta Hemvînî’nin Ferâid-üs Simtayn kitabındaki nakillerinin birisinde ise aynen şöyle geçiyor: “Ben kimin özünden ona daha evla isem, Ali de ona, onun özünden daha evlâdır!” Resulullah’ın bu sözünden sonra şu ayeti Allah-u Teala nazil etti: “Bugün sizin dininizi tekmil ettim…”(Mâide, 3)
Hadis ilminde de açıklandığı üzere, râviler hadisin muhtevasını değiştirmedikleri müddetçe, onu istedikleri kalıba dökerek nakletmekte serbesttirler. Bir çok rivayetteki farklılıklar da bundan kaynaklanmaktadır. Evet Gadîr hadisindeki bu nakiller, râvilerin bu hadisten ne anladıklarını açık bir şekilde ortaya koymakta ve basiret ve insaf sahibi olan bir kimseye “Mevlâ” kelimesinden “evlâ” manası kastedildiğini ispatlamada hiçbir bahane ve kaçış yolu bırakmamaktadır.
Bu bölümü İbn-i Hacer Heysemî’nin sözüyle noktalamak istiyoruz. O gerçi önce şiddetle “Mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamında olduğuna karşı çıkıyor. Ama birkaç paragraf sonra önce söylediğini unutmuşçasına Edubekir ve Ömer’in de “Mevlâ”dan “evlâ” anlamını anladıklarını söylüyor. Onun sözünün metni şöyledir: “Eğer Gadir hadisinde ki “Mevlâ”nın, “evlâ” manasında olduğunu kabul etsek dahi evlâ’dan maksadım
Musa AYDIN
Latest posts by Musa AYDIN (see all)
- Hz. İmam Hüseyin’in (a.s) Kur’anî Siması - 31 Mart 2012
- Resulullah (s.a.v) Hakkında 13 Kur’ani Nükte - 23 Ağustos 2010
- Hz. Zeyneb’in (s.a) Şahsiyeti ve Faziletleri - 23 Ağustos 2010
- İlahi Vaatler - 23 Ağustos 2010
- Kur’an’ı Anlama Sorunu - 23 Ağustos 2010