AleviSesi

Alevilik, Hz. Ali (a.s)'ın yolundan gitmektir.

Sizden Gelenler

Tahrim Suresi

1-Ey  Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu arayarak, Allâh’ın sana helâl kıldığını niçin harâm kılıyorsun? Allâh çok bağışlayandır, rahimdir.

2-Allah yeminlerinizin (keffâretle) çözülmesini size meşrû ve câiz  kıldı. Allâh sizin Mevlânız (yardımcınız-sahibiniz)dir. O, bilendir, hikmet sahibidir.

3-Ve hani Peygamber eşlerinden bazısına gizli bir şey söylemiş de, bunu kimseye söylememesini tembih etmişti. Derken o (eşlerinden biri) bunu, (başka bir eşine) haber verince ve Allah da bunu ona açınca, o (Peygamber) de (bu olayın) bir kısmını söylemiş, bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. (Peygamber) bunu eşine haber verince o, kim bunu sana haber verdi demişti. O da demişti ki: ”Her şeyi bilen ve (gizli olan her şeyden) haberdar olan Allah haber verdi.”

4-Eğer (Peygamber’in iki eşi olan) sizler Allâh’a tevbe ederseniz(bu sizin yararınıza olur); zira gerçekten de kalpleriniz (suça-batıla) meyletmiş-eğrilmiştir. Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmağa kalkışırsanız (hiçbir şey yapamazsınız); zira artık Allâh onun Mevlâsı (yardımcısıdır); Cibril ve Salih mu’minler de. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.  

5-Umulur ki, eğer o sizi boşarsa Rabbi ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı, Müslüman, mu’min, gönülden itaat eden, tevbekâr, ibâdet eden, oruç tutan dul ve bâkire eşler verir.

Biz burada, bu ayetlerin muhteva ve maksadının açıklığa kavuşması için  başlıca birkaç mevzu üzerinde durmağa çalışacağız:

a)- Bu ayetlerde bahsedilen olayın mahiyet ve keyfiyeti, yani âyetin şe’n-i nüzûlu hakkında.

b)- Acaba Yüce Resûlullah burada, (bazılarının dediği gibi) bir günah mı işledi? Gerçek anlamda  bir ilahî hükmü mü çiğnedi? Öyle ise masûm bir Peygamber bunu nasıl yapar? Eğer öyle değilse (ki değil), o zaman âyetin gerçek tefsiri ve açıklaması nedir?

a)- Bu âyetlerin şe’n-i nüzûlu ve hangi olayın ardından nâzil olduğu hakkında muhtelif rivâyetler nakledilmiştir.

Bazı rivâyetlerde diyor ki:

“Bazen Resûlullah hanımlarından biri olan Cahş kızı Zeyneb’in yanına gittiğinde (bazı rivayetlerde bunun  Hz. Sevde vâlidemiz  olduğu da  kaydedilmiştir), O hazırladığı bir baldan efendimize yediriyor veya ondan yaptığı bir şerbetten  içiriyordu.

Bu durumdan haberdar olan Ümm-ül Mu’minin Âişe durumu kıskanarak bunu tahammül edemedi. Kendisi şöyle anlatıyor:

“Hafsa’yla da görüşüp şöyle karar aldık: Peygamber hangimizin yanına gelirse ona “Ya Resulallah ağzında “Urfut” ağacının balı olan “Meğafir” kokusu var” diyecektik. (Bu ağacın balının kötü bir kokusu vardır. Peygamber ise ağzından veya  elbisesinden kötü bir koku gelmemesine çok özen gösteriyordu.) Bu karar üzere  bir gün Peygamber (s.a.a.) Hafsa’nın yanına vardığında O: “Ya Resûlallah, ağzınızdan Meğâfir kokusu geliyor” deyince Resûlullah (s.a.a.) “Hayır ben Meğâfir yememişim. Ben Cahş kızı Zeyneb’in yanında bir bal (şerbeti) içmişim. Belki de arı o ağacın üzerine konmuş ve onun balından almıştır. Fakat ben ant içiyorum ki bir daha o baldan içmeyeceğim. Ancak sen bunu başkasına söyleme. (Olur ki yanlış anlaşılır veya Zeynep bunu duyar da kalbi kırılır.)

Fakat o, bilahare vefâkâr davranmayıp Peygamber’in (s.a.a.) bu sırrını açığa vurdu ve sonunda bunun, iki hanımı (Âişe ve Hafsa) tarafından kurulan bir plan olduğu açığa çıkınca Allah Resulü (s.a.a.) buna çok üzüldü ve bunun üzerine söz konusu âyetler nâzil olup bir yandan Peygamber’e teselli kaynağı, diğer yandan bu tür yanlışları yapanlara ve başkalarına bir ders ve ibret vesilesi oldu.[1]

Bazı diğer rivâyetlerde ise olay şu şekilde nakledilmiştir:

“Allah Resulü bir gün, babasının evine giden Hafsa’nın odasında hanımlarından birisi (veya cariyesi) olan Mâriye-i Kıptiyye’nin yanında başını onun dizlerine koyarak istirahat ediyordu. Bu sırada durumdan haberdar olan Hafsa buna gücenmiş ve şiddetli itirazlarda bulunmuştu. Bunun üzerine Allâh Resulü ortalığı yatıştırmak için “(Sâkin ol,) ben seni râzı edeceğim. Sana bir sır söyleyeceğim; Fakat bu sırrı tutup kimseye söylemeyeceksin.” Hafsa sırrın ne olduğunu sorunca Allah Resulü şöyle buyurdu:

“Ben ant içiyorum ki bir daha şuna (Mâriye’ye) yaklaşmayacağım.”

Fakat Hafsa Âişe’nin yanına giderek ona Resulullah’ın bu kararını müjdeleyip sırrını açığa vurmuştu. Bunun üzerine Allâh-u Teâlâ Resûlünü durumdan haberdar edip söz konusu âyetleri indirmiştir.2

Olayın ne olduğu fazla önemli değildir; önemli olan Resûlullah’ın bir türlü bazı hanımları tarafından (ki bunların Âişe ve Hafsa olduğunda bütün kaynaklar müttefiktir) eziyet ve hakarete uğradığı gerçeğidir ki bazı rivâyetlere göre Allâh Resulü bu olaydan sonra bir ay üzüntü ve sıkıntısından hanımlarından ayrı yaşadı.3 Öyle ki hatta Allah Resulü’nün onları boşadığı şâyiasına ve bu olayı meydana getirenlerin dehşete kapılmalarına ve yaptıklarından pişman olmalarına vesile oldu.4

4. ayette “Gerçekten kalbiniz suça ve bâtıla meyletmiştir” cümlesinden anlaşıldığı üzere, Resûlullah’ın zevceleri bu davranışları ile çok büyük bir günah işlemişlerdi ki Allâh-u Teâlâ yine de onları tevbeye davet ediyor. Evet Resûlullah’a eziyet  etmenin nedenli ağır bir suç olduğu şu ayetlerde gayet açık bir şekilde beyan edilmiştir:

“Hiç şüphesiz Allâh’a ve Resûlü’ne eziyet edenlere Allâh dünya ve âhirette lanet eder ve onlara aşağılayıcı bir azâp hazırlar.”5

“Allâh’ın Resûlü’ne eziyet edenler var ya, onlar için çok acı bir azâp vardır.”6

Evet Allâh Resûlü gibi   evrensel bir şahsiyet olan ve kâinâtın serveri ve örneği konumunda bulunan birisine, bu tür çirkin davranışlarla hakaret ve eziyet edilmesi göz yumulacak türden şeyler değildir .Bu yüzden de Hak Teâlâ’nın bu olaydaki şiddetli tavrı Resûlü’nün haysiyet ve şahsiyetini korumaya yönelik olup, bu konuda küstahça veya câhilane tutumlara son vermek ve herkesin ibret alması amacını taşımaktadır.

Gerçi Allâh Resûlü’nün tavrı onun yüce ahlakından ve son derece fedâkârâne davranışından kaynaklanmaktadır. Fakat Allâh-u Teâlâ Resûlü’ne arka çıkıp, onu uyararak bu kadar yumuşaklık ve fedâkârlığın da fazla ve gereksiz olduğunu ortaya koymaktadır. Buna itiraz şeklinde methetmek denir. Örneğin bir kimse, bir defa “Şu adam çok şefkatli, merhametli ve fedakar birisidir” şeklinde methedilir. Bir defa da, “Kardeşim ne kadar şefkat, ne kadar merhamet, ne kadar fedâkârlık; bu kadar da olmaz ki; her şeyin bir haddi var” şeklinde.

Denilebilir mi ki bunları söyleyen karşı tarafı yermek, kötülemek istiyor. Bu vesileyle o adamın ne kadar merhametli ve fedâkâr olduğu daha bir  vurgulanmış oluyor. Resûlullah’a da Kur’ân’ın bir çok yerinde bu şekilde tabirler ve medihler kullanılmıştır. Ancak Arap edebiyatı ve konuşmadaki fesâhat ve belâgat kurallarından habersiz  kimseler hemen bu tür tabirleri Resûlullah’a yönelik ilahî  bir kınama olarak değerlendirmeğe kalkışıyor .

Sanki burada Allâh-u Teâlâ şöyle demek istiyor: Ey Peygamber, bu kadar müsâmaha ve fedâkârlık da fazladır artık; neden o küstah hanımlarını hoşnut edebilmek için kendini bu kadar meşakkate itiyor ve Allâh’ın sana helâl kıldığı şeyi ant vasıtasıyla kendine haramlaştırıyorsun. Boş ver onları. Bu kadar kendini sıkma; kendine eziyet etme.

b)-Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşıldığı üzere bazılarının bunu Resûlullah’ın bir hatası ve günahı olarak ortaya atıp Allâh Resulü’nün masûm olmadığına delil göstermeleri de oldukça saçma ve bizzat Kur’ân’ın diğer bir çok âyeti ile çelişen bir tutumdur. Evet Allâh Resûlü’ne:

“Eğer o bize bazı sözleri iftira ve asılsız olarak isnat ederse onun şah damarını koparırız.”7 Veya:

“Onun her söylediği birer vahîydir.”8 buyurduğu bir kimse için “Allâh’ın helâlini harâm etmiştir” demek mümkün müdür? O halde buradaki “Neden  Allâh’ın sana helâl kıldığını harâm kılıyorsun.” cümlesinden maksat şer’î harâm ve teşrî anlamına değil, bir sonraki âyetten de anlaşıldığı üzere mübâh bir şeyin ant ile kendine harâm edilmesi olayıdır, ki Allâh Resûlü mülahaza ettiği meslahat ve yüce ahlakı ve fedâkârlığından dolayı böyle bir davranış içerisine girmişti ki, Allâh-u Teâlâ bu kadarının da fazla ve gereksiz olduğunu bildirerek bir taraftan dolaylı olarak Resulü’nü methetmiş, diğer taraftan da bu davranışlarıyla Allah’ın Habibi’ni incitenleri uyarmış ve bir daha kimseye Resûlullah’ın yüce ahlak ve şefkatinden su-i istifade etmesine izin verilmeyeceği mesajını vermiştir.

Nasıl ki benzeri uyarıları başka münasebetlerde de Hak Teâlâ yapmıştır. Meselâ Müslümanlardan bir gurup Resûlullah’ın evine yemeğe geldiklerinde, yemeği yedikten sonra, uzun bir süre evde oturup fuzuli konuşmalar ve vakit geçirmeleriyle Resûlullah’a eziyet ediyorlardı. Ama Allâh Resûlü yüce ahlakı ve hayasından ötürü onlara bir şey söyleyemiyordu;  bu yüzden  Allâh-u Teâlâ Ahzap sûresinin 53. âyetini indirerek Müslümanları şöyle uyardı:

“Ey iman edenler, rasgele Peygamber’in evlerine girmeyin. (Bir başka iş için girmiş iseniz, ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince dağılın ve (uzun ) söze dalmayın. Gerçekten bu, Peygamber’e eziyet etmekte ve o da sizden utanmaktadır. Onlardan (Peygamber’in eşlerinden) bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de daha temizdir. Allâh’ın Resûlü’ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedi olarak (hiç bir zaman helâl olmaz).”

Evet bu uyarılar, dolaylı, hatta bazen kınama şeklinde gerçekleşen bir türlü  methetmeden  ibarettir. İsterseniz buna birkaç örnek daha verelim:

Rahmeten lil-alemin olarak gönderilen, O yüceler yücesi  efendimiz, insanların hidayeti için o kadar müştak , o kadar hırslı davranıyor ve hakka direnmelerine o kadar üzülüyordu ki kendini yiyip bitiriyordu adeta!

Fakat Rabb-ül Alemin âyet indirerek Resulü’nü kontrol ediyor ve bu kadarına gerek olmadığını ona Şöyle bildiriyor:

“Onlar bu söze (Kur’ân’a) iman etmezler diye sen, (üzüntü ve telaştan) kendini kahrediyorsun adeta!” (Kehf, 6)

“Onlar iman etmezler diye, adeta kendini kahrediyorsun.” (Şuarâ, 3)

Evet bu ve benzeri ayetlerde Allah, Resulü’nün bu kadar kendini üzmesine gerek     olmadığını ve “Şayet onlar sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen yalnızca tebliğdir.” (Şuarâ. 48) buyurarak,  kontrol  edip uyarıyor.

Yine Hakk’a olan yakin ve aşkından dolayı sabahlara kadar ibâdet ederek ayakları şişen Habibi’ne şöyle buyuruyor:

“Ta-ha, biz sana bu Kur’an’ı zahmet ve meşakkata düşesin diye indirmedik.” (Ta-ha, 1-2)

Aynı şekilde şefkat ve merhamet timsali Habib’i her şeyini hatta üzerindeki elbisesini dahi fakire verip evde kalmaya mecbur olunca onu şu cümlelerle uyarıyor:

“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanıp, (işinden) geriye kalasın.” (İsrâ, 29)

“Allah dilediğini sapıklığa yöneltir, dilediğini doğru yola iletir. O halde ruhun onlar hakkında bir takın teessüf ve üzüntülere dalarak yıpranmasın. Allah onların ne yaptıklarını biliyor.” (Fâtır, 8)

Acaba bu ayetlerde kullanılan tabirleri kınama olarak mı değerlendirmek gerekir; yoksa hakkın Habibi’ne yönelik sonsuz lütuf ve inayetini  gösteren tabirler olarak mı?! Karar sizin.

TEVBE SÛRESİ 43. AYETİN TEFSİRİ

Bizce aynı mantıkla yorumlanması gereken bir diğer âyet de Tevbe Suresi’nin 43. âyetidir. Maalesef benzer bir çok âyet gibi, bu âyet de bazıları tarafından çarpık bir şekilde tercüme ve tefsir edilerek güya Allah Resulü’nün masumiyetine aykırı bir sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır. Biz yine önce âyetlerin metnini, ardından nüzûl sebebini ve bize göre doğru olan tefsirini vermeğe çalışacağız:

“Allah seni affetsin; neden doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve yalancıların kim olduğunu öğrenmeden onlara izin verdin?”

“Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini bilendir.”

“Senden yalnızca Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp da kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister.”

“Eğer onlar (gerçekten savaşa) çıkmak isteselerdi, herhalde ona hazırlık yaparlardı. Ancak Allah, (onların savaşa) doğru hareket etmelerini çirkin gördü de (tevfikini onlardan uzaklaştırıp savaşa çıkmalarına) engel oldu ve (onlara): “Siz de oturanlarla birlikte oturun” denildi.”

“Sizinle birlikte çıksalardı, size kötülük ve zarardan başka bir şey ilave etmez ve hemen aranıza mutlaka fitne (ihtilaf ve nifak) sokmağa koyulurlardı. İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır. Allah zulme sapanları bilir.”…(Tevbe, 43 ila 47)

Sebeb-i nüzûl: Allah Resûlü ve Müslümanlar Tebûk savaşına hazırlandıkları bir sırada, münafıklardan bir grup Resûlullah’a gelerek bazı bahaneler uydurup savaşa gitmemeleri için izin istediler. Resulullah da kendilerine izin verdi ve ardından bu âyetler nâzil oldu. İşte bu âyetlerin zahirine dayanarak Allah Resulu’nün bu olayda hata yaptığını,  Hatta bazı müfessirler (Zımahşerî gibi) âyetteki “Afâ” (afv kökünden) kelimesine dayanarak Resulullah’ın günah ve kötü bir iş yaptığını, (zira bu kelimenin, sürekli cinayet ve kötü bir işin işlendiğine kinâye olduğunu söylemişlerdir. Böyle olunca da ister istemez Peygamber’in masûm olduğunu söylemek mümkün değildir.

Ancak biz âyetin böyle bir manayı kastettiğini kabul etmiyoruz. Zira, her şeyden önce âyetin tercümesinde hata yapılmıştır. Evet âyetteki “Afâ” kelimesi, “Affetti” şeklinde değil, “Affetsin” diye tercüme edilmelidir. Yani bu âyetteki mazi kipinden, ihbâr değil dua anlamı kastedilmiştir. Arap edebiyatından haberdar olanlar, bu tür kullanışların arapçada ne kadar yaygın olduğunu bilmektedirler. Böyle bir tabirin kullanılması ise illa da bir günahın işlendiğine delil teşkil etmez. Bu bir nevi duâdan ibarettir. Benzer tabirler bütün dillerde, özellikle Araplar içerisinde yaygın bir şeydir. Mesela biz “Allah geçmişlerini, ananı-babanı bağışlasın” diyoruz. Bunu söylerken, illa da onlara bir günahı ispat etmeğe çalışmıyoruz. Kim olursa olsun, makamı ne olursa olsun, her kes Allah’ın rahmet ve mağfiretine muhtaçtır.

Bazıları burada, Resulullah’ın verdiği izinin haram olmadığını, zira Nûr suresinin 62. Ayeti* gereği Resulullah’ın böyle bir yetkisinin bulunduğunu, ancak münafıkların bir an evvel rezil rüsva olmaları açısından bu izinin verilmemesinin daha uygun olacağını, izin verilmekle böyle bir meslehatın kaçırıldığını, yani daha iyi olan bir şeyin terk edildiğini, bu affın da bu terk-i evlâya yönelik olduğunu, dolayısıyla da masûmiyetle çelişecek bir günahın söz konusu olmadığını söylemişlerdir.

Ancak Merhûm Allâme Tabatabaî, olayı daha başka bir şekilde tahlil ederek, burada hatta terk-i evlânın dahi söz konusu olmadığını ve Tahrim suresinde olduğu gibi burada da, bir yandan izin isteyen kişilerin kınanması, diğer yandan ise, Yüce Resulullah’a yönelik, görünüşte kınama olan, ancak gerçekte ince ve latif bir övgünün söz konusu olduğunu ileri sürmektedir.

Şöyle ki, evvela Resulullah yukarıda da değindiğimiz âyet (Nûr, 62) gereği dilediği kimselere izin verme yetkisine sahipti. Bu yüzden de izin vermekle her hangi bir yanlışı söz konusu değildir.

Saniyen, onların ne olduğunu ve hangi maksatla izin istediklerini biliyordu. Zira Kur’ân-ı Kerim bir diğer âyetinde şöyle buyuruyor:

“Eğer biz dilersek, sana onları (münafıkları) elbette gösteririz, böylelikle sen onları simalarından tanımış olursun. Andolsun, sen onları, sözlerinin anlatım biçiminden de tanırsın. Allah, amellerinizi bilir.” (Muhammed, 30)

O halde Resulullah onları konuşma üsluplarından tanıyordu. Ancak, o emsalsiz, yüce ve İlâhî ahlâkın sahibi, bir yandan perdelerin yırtılmaması ve hidâyet bağlarının tamamen kopmaması, diğer yandan emri yere düşürülerek kalbi hasta olan diğerlerinin de buna cüret etmemeleri ve Allah Resulü’nün yöneticilik otoritesine bir halel gelmemesi için onlara izin verdi.

Salisen bahsettiğimiz âyetlerin devamındaki âyetlerde, söz konusu kişilerin savaşa katılmalarında hiçbir meslehatın olmadığını, hatta gitmemelerinin daha iyi ve daha faydalı olduğunu, zira gittiklerinde fitne, fesat çıkartacaklarını, zaten izin verildiğinde dahi gitmeyeceklerini açık bir şekilde beyan etmektedir.

Bütün bu açıklamaları dikkate alırsak, sanki âyet-i kerime şöyle buyurmak istiyor: “Ey “Habibim, ne kadar fedakarlık, ne kadar şefkat ve merhamet?! Yeter artık, bu kadarı da fazladır.” Görüldüğü gibi ince bir üslûpla bir yandan dolaylı olarak Allah Resulü övülmekte, bir yandan da söz konusu münafıklar kınanmakta ve artık bu şefkat ve merhameti hak etmedikleri vurgulanmaktadır.

Bu tefsire yakın bir diğer tefsir ise şudur: Bu ayetlerde verilmek istenen mesajın ilk ve son  muhatabı söz konu münafıklar ve onların iç yüzünü ortaya koymaktır. Ancak bunu beyan etmek için böyle bir yöntem ve üslup seçilmiştir. Yoksa ne Peygamber’in yaptığının yanlış olduğu, ne de onun kınanması söz konusudur. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: farz edin zalim ve küstah birisi sizin çok sevdiğiniz evladınızı vurmak, zulmetmek istediğinde, bir dostunuz onun önüne geçerek bu zulmüne engel oluyor. Siz haberi aldığınızda dostunuza dönerek diyorsunuz ki: “Sağ olasıca, neden bırakmadın vursun; bıraksaydın da o alçağın ne olduğunu herkes görseydi.” Bu tabirden, sizin, evladınıza yapılmak istenen haksızlığın önlenmesinden rahatsız olduğunuz ve o dostunuzun yaptığının kötü olduğu söylenebilir mi? Hangi baba evladına haksızlık yapılmasından hoşnut olur? Hangi dost dostuna karşı yapılmak istenen haksızlığa duyarsız kalabilir?! O halde bu itirazdan maksadın o zalim kimseyi yermek ve onun ne denli adi birisi olduğunu ortaya koymaktan başka bir şey değildir. Ancak bunu açıklamak için böyle bir metot seçilmiştir. Söz konusu ayette de durum aynen böyledir.

Burada şöyle bir itiraz da edilebilir: Ayet-i Kerime’de eğer Resulullah’ın onların asıl maksatlarını bildiği doğru ise, o zaman neden âyette “Onların doğru söyleyip söylemediğini bilmeden…” tabiri kullanılmıştır. Bu itiraza cevabımız şudur ki burada zahiren hitap Peygamber’e olmakla birlikte asıl maksadın ümmetin bilgi sahibi olmasıdır.


1-Bu rivâyet ana hatlarıyla Buhâri’de (Arapça metin)  C.6,  S.194 nakledilmiştir.

2-El-Mizan, C.19,   S.318Ed-Dürr-ül Mensûr’dan naklen

3-Kurtubî ve diğer tefsîrler, söz konsu âyetlerin tefsirinde

4-Fî-Zilâl-il Kur’ân, (Arapça metin) C. 8,   S.163

5-Ahzâp sûres âyet: 57

6-Tevbe sûresi, âyet: 61

7-Hâkka sûresi, âyet: 44

8-Necm sûresi, âyet: 4

*”…Böylelikle, senden, kendi bazı işleri için izin istedikleri zaman, onlardan dilediklerine izin ver ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.